6 Aralık 2010 Pazartesi

Sinirbilimsel Paylaşım Grubu

25 Ekim 2010 Pazartesi

Ahu' nun gidişi ve kesik izi


"Opera severdi."
Onu hep böyle anacağım.

Tiyatro salonunun kapısında avazı çıktığı kadar bağırıyordu bulduğumda.
Tüyleri daha sarıydı, gözleri ise lacivert.

Çabam ve sevgim benle kalmasını sağlamaya yetmedi.
Yekta' nın sıcak okşaması ve annemin gözyaşı da...
ve ona hasta iken aldığım baş ucu kitabı da...

Agubahçe (Fenerbahçeli Ahu' nun kısaltması) binlerce yıl
bu bahçenin olduğu tepecikten İstanbul' u seyredecek.

Kabullenme güçlüğümün sonucudur ki,
gidişi vücudumda taşıdığım kesik izlerine bir yenisini daha ekledi.


7- Buleria Adagio (Mozart- Concierto para piano N21) by gbucio

23 Ekim 2010 Cumartesi

Emanuel-Gelin


Vatandaş: Çerçeve' nin içindeki arkadaş. Sence "aşk böceği" denen şey tam olarak hangisidir?

Çerçeve' den Ozan: Sevgili meraklı vatandaşım (başbakanlığa soyunmadım yahu, aynı vatandanız ya o nedenle; "meslektaşım" gibi yani).
Aşk böceğinin ne anlama geldiğini uzun yıllar düşünüp bulamamış olman üzücü. Ancak konu o kadar hassas ki, kesin karara varmak için öncelikle aşkı yaşamış biri olman gerektiğini düşünüyorum.
Konu hakkında elde ettiğim veriler ışığında şunu söyleyebilirim ki: aşk böceği akreptir.
Sinsice gelip ummadığın anda iğnesini batırır. Zehiri ile hem canını yakar, hem de seni sarhoş eder.
Akrep ile ilgili taksonomik, morfolojik ve fizyolojik bilgileri Google' dan bulabilirsin. Aşkla ilgili detayları ise Mehmet Coşkundeniz' den öğrenebilirsin.

***


Vatandaş: Neden sadece bitkiler fotosentez yapar? Her şey iradede bitiyorsa, insanlar da fotosentez yapamazlar mı?

Çerçeve' den Ozan: Sevgili vatandaş. Life sciences ile bu denli ilgili olduğun için sana teşekkür ediyorum. Kendimin de aktif olarak içinde bulunduğu life sciences ve davranışsal bilim verilerimi birleştirerek seni şöyle bilgilendirmek isterim.
İnsanlar fotosentez yapamazlar, çünkü klorofilleri yoktur.
İrade bu konuda efektif değildir.

Ancak ne var ki, insanların da bitkilerde olmayan bir şeyleri vardır: Ego.
Bu nedenle insanlar "egosentez" yaparlar.
Egosentezi "egosantriklerin kendi kendilerinin egosunu tatmin etme durumu" olarak tanımlayabiliriz.

***


Vatandaş: Sevgili Çerçeve. Sen canlı mısın? Ne yer, ne içersin?

Çerçeve' den Ozan: Lütfen gerzek olmayalım vatandaşım. Tüm çerçevelerden farklı olmasının ötesinde elbette Çerçeve de cansız bir varlık. İçinde onu dolduran elemanlar canlı sadece.
Bu nedenle soruyu kendi üzerime alıyorum.

Yemek ayırmıyorum, içmeye gelince gazsız içecekler tercihimdir (reflü sağ olsun).
Sorun o kadar kısır ki, daha kapsamlı cevap bulamıyorum.
Halbuki ne içmek isteyeceğimi sorsan sana şöyle güzel bir cevap verebilirdim:

En çok ezogelin çorbası seviyorum ve vanilyayı.
Keşke vanilya kokulu, ezogelin çorbası aromalı, gazsız içecek üretseler. Adını da emanuel-gelin (E.G.) koysalar, ne güzel olurdu değil mi?

***


Not: Çerçeve, alelade bir çerçeve değildir. Çerçeve benim çerçevemin ismidir. Yani özel isimdir.
"Neden kesme işareti ile ayırıyorsun?" sorusu istemiyorum.

3 Eylül 2010 Cuma

Rüyalar Ülkesi ve Uçan Çocuk

Forrest Gump' ta küçük sarışın kızın babasının şiddetinden kaçıp tarlanın ortasında "tanrım bizi bir kuşa çevir, buradan uçup gidelim" diye dua etmesi ruhumda derin yara açmıştır. Çocukluğumdan beri kitap okuyan, yemek yiyen, banyo yapan... ben, sürekli bu hayalin gerçekliği ile yaşadım diyebilirim. Acıbadem' deki evimizin balkonundan tepelere bakarken manzaranın çok uzaklardaki bir toprağın üzerini örttüğünü düşünür, gerisinde "ona ait olduğum" başka tepeleri görebilmek için kendimi zorlardım. Karmaşık zihin yapısı hemen her zaman mutsuzluğu beraberinde getirir. Beğenileriniz ve beklentileriniz gördüklerinizin üzerinde ise mutsuzluk müzmin hal alır. Üzeri pembe şekerlerle süslenmiş beyaz kremalı bir pasta gibi olsun isterdim evlerimizin. Kaldırımlarda çatlaklar, sokaklarda ve beyinlerde sis olmayan, ışıl ışıl parlayan bir yer. Beverly Hills' in öyle olduğu duymuştum. Ait olabileceğim bir yer vardı yani... Laz bakkal taşaklarını karıştırdığı elleri ile kağıt torbaya yumurtaları doldururken, ekmeğe elini sürmesin diye uçarak gelmiştim ekmek vitrininin önüne. Küçük kız çocukları kafalarına bir şeyler sarmış koltuk altlarında Kuranlar ile "Arap Alfabesi öğremeye" gidiyorlardı eve dönerken önümden...



Kanatlarımı açabilirsem tepeleri aşabilirdim. Ait olmayı isteyeceğim yere kadar uçar, pastanın ortasındaki güle konardım. Sonra kanatlarımı dinlendirir ve uçmak isteyen başka bir çocuğa armağan ederdim. Büyüyünce anladım ki banyonun penceresi uçup gidemeyeceğim kadar küçük ve zaten kanatlarım da yok... Hiç olmadığı gibi.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Evet!

Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

Devamı...

29 Ağustos 2010 Pazar

İlan


Beni aradığını biliyorum!

Şu an bu satırdasın.
Evet sen!

Google' da "ozan ezgi berberoğlu kız arkadaş" araması yapan 85.96.24.163.

Seni istiyorum.
Tanımayı yani...

"Alive" lütfen!

"Benim için mor giy!"
Böylece seni tanırım.




Kocaman gülücükler...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

İdam Suçtur!






Bu sitenin fikri ilk ortaya çıktığında İranlı birçok kişi ile konuşup görüş aldım.

Bir İranlı “idam cezası suçtur” cümlemi kendi dilinde okuduğunda, “yolladığın sloganın bir anlamı yok” diye yanıt verdi.

Nedenini sorduğumda ise:

”İdam hükmü devlet tarafından verilir, neyin suç olup olmadığını da devlet belirler. Bu yüzden cümlenin geçerli bir anlamı yok” dedi.

Fikrini değiştirmesi için tek bir cümle kurmam gerekti:

“Devletlerin suç işleyebileceğini ABD’ ye yüzünü döndüğünde görebilirsin”

deathpenaltyisacrime.com

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Anne


Bir çocuk için en dayanılmaz şey - ki kuşkusuz bir anne için de tam tersi geçerlidir- annesinin aşağılanmasına şahit olmaktır.
"Kavgacı" bir annenin çocuğu olarak, annemi üzen bir söze ve harekete nasıl sert tepki geliştirdiğimi ve nasıl sarsıldığımı biliyorum.

İki kardeşin aşağıdaki mektubunu okumanızı istiyorum.

Kâbuslarımızın gerçek olmasına lütfen izin vermeyin ve annemizin recm edilmesi olasılığına karşı sesinizi yükseltin! Bugün dünyanın her yerindeki insanlara ellerimizi uzatıyoruz. Ana yüreğinden yoksun, korku ve dehşet içinde geçen beş yılı geride bıraktık. Dünya bu felaketi görüp bir şey yapmayacak kadar zalim midir?

Bizler Sakine Muhammedi Aştiyani’nin çocuklarıyız, isimlerimiz Feride ve Sayid Muhammedi Aştiyani. Çocukluğumuzdan beri annemizin tutuklu ve bir felaketle karşı karşıya olduğu gerçeğiyle birlikte yaşadık. Aslını sorarsanız, “recm” o kadar korkunç bir kelime ki bu kelimeyi kullanmamaya çalışıyoruz. Bunun yerine annemizin tehlikede olduğunu ve öldürülebileceğini söylüyor ve herkesin yardımına ihtiyacı olduğunu söylüyoruz.

Bugün neredeyse hiçbir seçeneğimiz kalmamış durumda ve annemizin avukatı durumun tehlikeli olduğunu söylüyor ve bu yüzden de sizin yardımınıza başvuruyoruz. Kim olursanız olun ya da nerede yaşıyorsanız yaşayın, dünyanın her tarafındaki insanlara sesleniyoruz. Sizlere, İranlılara sesleniyoruz, biliyoruz her biriniz sevdiğiniz bir insanı kaybetmenin acısını ve kederini içinizde taşıyorsunuz.

Lütfen annemizin evimize geri dönmesine yardımcı olun!

Özellikle yurtdışında yaşayan İranlılara sesleniyoruz. Bu kâbusun geçekleşmesine lütfen engel olun. Annemizi kurtarın. Her an ve her saniye yaşadığımız kederi açıklamaya imkân yok. Korkumuzu ifade etmeye kelimeler yetmiyor…

Annemizi kurtarmamıza lütfen yardım edin. Lütfen yetkililere onu serbest bırakmaları için mektup yazın ve talepte bulunun. Lütfen onlara annemizin davası hakkında bireysel bir şikâyet olmadığını ve kendisinin kötü bir şey yapmadığını söyleyin. Annemiz öldürülmemeli. Sesimizi duyan ve yardımımıza koşan birileri var mı?

Feride ve Sayid Muhammedi e Aştiyani


İranlı bir anne olan Sakine öldürülmek isteniyor.

Daha önce de dediğimiz gibi:
Ahlak bacakların arasına hapsedildiğinden,
ağızlar, eller ve zihinler
özgürce ahlaksızlık üretebiliyor.


Ahlaksızlığa dur demek için bir şansınız var.
Buradan devam edin!

10 Ağustos 2010 Salı

Arayan Bulur


Blog sahiplerinin gelen aramalar üzerine kritik yapması pek yeni bir şey değil.
Ancak öyle aramalarla gelenler oluyor ki, insan paylaşmadan edemiyor.

Evlere şenlik anahtar kelime ve cümleler ile bloguma düşen insanlar genel olarak umduklarını bulamayıp hiçbir satırı okumadan çıkıyorlar elbette. Ama bazı örnekler var ki...

Şimdi Google' da yaptığı arama sonucu Çerçeve' ye gelen ancak aradığını bulamayan internet sörfçülerini tatmin etme zamanıdır.

Google araması:
acaba nonoş kelimesi türkçe bir kelime midir

Aramayı Adana' dan yapıp sayfada sadece bir saniye duran sevgili ziyaretçim. Meraklı olman gerçekten güzel. Ben de senin gibi meraklı bir zihne sahibim. Özellikle etimolojiye ben de aynı senin gibi takığım. (Kusura bakmazsın umarım, samimi olmak için ikinci tekil şahıs ile hitap ediyorum.)

Sorunun yanıtını senin için araştırdım. Etimoloji merakımı genelde Nişanyan' ın sözlüğünde tatmin edebiliyorum. Senin de sorunun cevabı kısmen bu adreste. Merak ettiğin diğer yüzlerce sözcüğün kökenini de aynı adresten öğrenebilirsin. Cümle içinde kullanmak istediğinde örnek teşkil etmesi açısından Top Ozan ve Doğruluk mu? Cesaret mi? yazılarımı inceleyebilirsin.

Kelimeyle bu denli ilgilenmenin sebebi sana "nonoş" diyor olmaları ise buna aldırma. Etimolojik nitelikleri kelimenin sana deniş amacını değiştirmeyecektir. Sebep büyük oranda çekememezliktir. Kendini böyle mutlu edebilirsin. Ayrıca bilmelisin ki birçok Türkçe kelime başka dillerde kötü anlama gelebilmektedir (fak <> "fuck", dik <> "dick" gibi) ya da tam tersi olabilmektedir (sik <> "sick"). Belki de "nonoş" bir uzak doğu dilinde "gümrah ovalarda zıplayarak otlayan minik beyaz kuzu" anlamına geliyordur.
Üzülme.

***



Google araması:
vahşice hayvanlarla porno

İstanbul' dan arama yapan sevgili okurum. Sayfamda iki saniye durmuş olmana rağmen sana "okurum" sıfatını sundum, kıymetini bil.

İlk olarak hayvanlarla seks (zoofili) üzerinde çok hassas olduğum konulardan biridir. Çünkü hayvanın rızası dışı olan bu cinsel istismar şekli, senin çocuğuna ya da küçük kız kardeşine yapılandan farklı değildir. Hayvanlar da korkuyu hisseder ve acı ile bağırırlar. Araman sonucu geldiğin yazımı okusaydın ne denli bir sapkınlık ve ahlaksızlık sarmalında kıvrandığını rahatça anlayabilirdin (bkz. Hayvana Tecavüz).

Aramanın başına "vahşi" kelimesini eklemiş olman ciddi bir cinsel açlığın içinde olduğunu gösteriyor ki; arama sırasında ekran karşısında nasıl göründüğünü çok net tahayyül edebiliyorum. Bu hayalinin gerçek olacağı günü hayal ederek yaşıyorsan şunu unutma: Vahşi hayvanlar için pipin sadece bir lokmadan ibaret!

Hayvanların seks videolarına izleyip mastürbasyon yaptıktan sonra yıkamadığın ellerinle dua ettiğin tanrından sana akıl ve vicdan vermesini diliyorum.
Sevgisiz günler.

Not - 1: Tövbekâr olup işin iç yüzünü öğrenmek istersen şu an organize etmekle uğraştığım nedenzoofili.com adresini ziyaret edebilirsin.

Not - 2: Bu cevap tüm şu aramaları yapan yurttaşlara da gelsin:
"insana zorla tecavüz eden hayvanlar", "erkeğin hayvanla seksi", "hayvana tecavüz", "hayvanlar ile cinsel ilişki", "insana tecavüz eden hayvan pornosu"...

***

Şimdilik bu kadar. İlginç aramalarla Çerçeve' ye gelip aradığını bulamayanlar! Lütfen bir kez daha gelin. Sorularınız cevapsız kalmayacak.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Klinisyenlik


Klinisyenlik zor iş...
Hele hayvan klinisyenliği: Kabus!

İşte örnekler:

Örnek - 1:

Sabahın köründe telefonum ısrarla çalar...
Kliniğin hattını acil durumlar için cebime yönlendirdiğimden yatağımdan telefonu uykulu sesle açarım.

- Alo buyrun!

- Merhaba Yeditepe Kliniği mi?

- Evet ben klinik sahibi Ozan.

- Burun estetiği fiyatı nedir ve ne kadar önceden randevu almamız lazım?

- Burun estetiği? Köpeğinize mi?

- Yooo, ne alaka? Kendime doktor bey.

- Burası veteriner kliniği hanımefendi.

Çat! Telefon suratıma kapanır.

***

Örnek - 2:


"Merhaba doktor beeey."

"Merhaba buyrun."

"Benim kedime aşı yaptırıcam da bahçede beslediğim, bizim sosyal güvenlik şeyimizden faydalandırabilir miyiz, yoksa pay ödüyor muyuz?"

"Ben doktor değilim hanımefendi, telefonlara bakmak için geldim, doktor gelince ona sorarsınız."

"Ay tüh öyle mi? Ne zaman gelir?"

"Tatilde, bir ayı bulur. Dilerseniz başka bir yere gidin."

"Öyle yapayım ben, sağol kardeş."

***

Örnek - 3:


Kürk mantolu bir hanım içeri girer. Buram buram parfüm kokusundan serseme dönmüş kedisini muayene masasına koyup bekler.

"Muayene masasında çok tedirgin oldu dilerseniz aşıyı kucağınızda iken yapalım."

"Tamam ama sonra iğneyi bana batırmayın doktor bey yanlışlıkla ay..."

"Keh keh keh, estağfirullah..."

***

Örnek - 4:

"Selam kardeş. Benim av köpeğini getirecem de, karaciğerinde bi yetmezlik var gibi, anlar mısın sen?"

"Elbette beyefendi, getirin bir kan analizi yapıp görelim, belki ultrasonografi. Siz nasıl anladınız problemi?"

"Yav ben emin olmak için getiriyim dedim, yoksa anlıyorum sağlıkçıyım ben de..."

"Aa çok güzel, dahiliye?"

"Yok yav, medikal malzeme dağıtıyorum toptancılara felan..."

Höng! Tepkisiz bakışlar.

"Estağfirullah efendim, o halde onaylamaya ne hacet? Siz diyorsanız doğrudur."

***

Yukarıdaki olaylar bizzat yaşadığım abukluklardan sadece dört tanesi.
Altına yorumları sıralamak isterim ancak çok ağır olur. :)

O nedenle yorumu size bırakıyorum.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Reenkarnasyon



Mevsim kıştı.
Pascal günün ışımasını bekliyordu.
Çekilmişti viran evdeki odasına,
kafası ayaklarının üzerinde, göğü izliyor ve Yekta' yı hayal ediyordu.
Tüm gün onunla oynayacak, karlarda yuvarlanacak, sıcak yüzünü yalayacaktı onun.

Kış soğuktu.
Karların daireler çizdiği camın ardında yavrularını emziriyordu Sarı.
En iri olanı itmişti ayaklarıyla.
İncecik boyunlu güçsüz kızını tutuyordu göğsünün sıcağında daha çok.
Adaleti daha iyi biliyordu mahallenin "boyalı camgüzelleri" nden.

Soğuk acıtıcıydı.
Yaralı bacağından akan irin bile buz tutmuştu Çomar' ın.
Tecavüzün acısı vardı rektumunda ve bağlandığı zincirin izini
yalayarak silmeye çalışıyordu sol bacağından.

Güneş kızıla boyayamadı sabahlarını.
Son kez göremediler minareleri, Kız Kulesi' ni ve zıplayan balıkları.
Birer kurşun saplandı titreyen bedenlerine,
masum bakışlarına ve umutlarına.

Mevsim kıştı.
Yeni günde sokak ıssız, yavrular aç, küçük Yekta yalnızdı...

Damlarından buz sarkıyordu evlerin.
Bilemezlerdi sonsuz uykuya çekeceğini onları kanlı ellerin.

***

Güneş camlara açılan ışık koridorları yaratıyordu odalarda.
Sarı gerinerek uyandığında yerden tam bir metre havalandı.
Bebekleri omuzları etrafında dönerek onu selamladı.

Pascal tozlarını dökerek üst kata uçuyordu merdivenlerden;
Çomar ise yapışık kanatlarını açmak için son kez daha kasıldı.

Hepsi sarı-kahverengi kanatlarıyla uçuyorlardı.
Bedenleri küçülmüş, ruhları hafiflemişti...

Açık camlardan dışarı süzüldüler anlamak için sıcağın nedenini.
Baktılar ki tüm minareler ve Kız Kulesi dolmuştu küçük kanatlarla.

Karabaş, Toni, Reks, Korsan, Zuzu ve diğerleri...
Kabadayı Mask bile oradaydı.
O da kanatlanmıştı ve bırakmıştı kendini güneşin parıltısına.

Mevsim yazdı.
İstanbul yeni bir güne uyanıyordu yüzbinlerce kelebeği ile.
Binlerce insan geliyordu "kültür başkenti"ne.
Hepsi geri gelmişti alınan canların.
Çarpıyorlardı tüm bedenleri ile kentin canilerinin yüzlerine.

***

"İstanbul' u Kelebekler Bastı" haberinin annemin zihninde yaptığı acı çağrışım ile yazılmıştır.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Evrim ve Bilim


Adem uykudan uyandı. Havva karşısında tüm güzelliği ile ona bakıyordu. Öylesine mutluydu ki Adem, eksilen kaburga kemiğinin ağrısını hissetmiyordu bile. Günlerdir, amansız şeytanın soğuk boynuyla sarıldığı bu elma ağacının altında yatmış, yalnızlığını paylaşacağı o eşin gelmesini bekliyordu.

Darwin başını alıp gitmeye kalkışmasaydı Galapagos'a ve anlatmasaydı evrenin gerçeklerini, hâlâ bu tip efsaneler üretmeye devam edecektik belki de.
İnsan zihni yalnızdır. Yer yer depresif ve mutsuz zihin, kendini gündelik hayatın kargaşasına ya da bir kahkahaya kaptırmadığı sürece soru üretir. Zihnin ürettiği bir kısım sorular, sosyal ilişkiler ve yakın gelecekle ilgili kaygılı bekleyişin ürünleridir ki bunlar kolay olanlardır.
Ancak zihin bununla yetinmez. Zor sorulara geçer.
"Nereden geldim?"

Türlerin kökeni ve evrim teorisi insanoğlunun en merak ettiği soruya cevap bulmak için yazıldı Darwin tarafından. Büyük ihtimalle o da hemen her insan gibi çocukluğundan beri, nereden geldiğini, nasıl vücut bulduğunu soruyordu kendine. Cevap bulmanın zorluğunun fazlası ile farkındaydı ve cevapların, Meryem' in kutsal kasesinde değil uzaklarda olduğunu biliyordu. Gitti.

Yavaş yavaş "evrenin sırrı"nı görünür kılıyordu gözlemleri. Sır diye bir şey yoktu esasında. Atom, element, hücre vardı. Yaşam ve ölüm vardı. Hiçbiri kutsal geçişler değildi; hepsi tamamen maddesel olaylardı. Canlının ortaya çıkışı ilk etapta büyük bir raslantıdan ve milyonlarca yıldır süregelen türler arasındaki güç savaşından başka bir şey değildi.

Evet uyum her şeydi. Ancak bu uyum kesinlikle "akıllıca tasarlanmış" bir evrenin uyumu değildi. Düzen kısmen mevcuttu. Ama bu düzen estetik üzerine kurulu mükemmel bir düzen değildi. Her şey rastgele gelişiyordu doğada ve mevcut koşullara en yüksek adaptasyonu gösteren tür, bu "düzen" içinde varlığını sürdürme şansı yakalıyordu.

Upuzun silindirik kaplarda servis yapılan bir şerbet elbette kocaman kaşıklarla içilemezdi; bunun için bir kamış gerekli idi. Ellerinde kamışlar ve kaşıklar olan insanlar masaya oturuyor, kamışı olanlar doyarken diğerleri aç kalıyordu. Aç kalan yok oluyordu. Böylece uzun silindirlerin servis kabı olarak kullanıldığı bu toplumda sadece kamış taşıyan insanlar yaşayabiliyordu.
Yani "kusursuz" uyum sahibi türler aslında milyonlarca kusurlunun arasından elene elene bugüne geldikleri için bu denli kusursuz görünüyorlardı.Yeryüzündeki tüm denizlerin kuruduğunu düşünürseniz binbir rengi ile salınarak yüzen bir balık ya da bir mercan ne denli kusursuz olabilir ki?

Hiçbir şey "akıllı tasarım" değildi. Türler akıllıca tasarlanıyor olsalar binlerce evrimsel geçiş formu, fosillerini bırakıp gitmezlerdi dünyamızdan. Milyonlarca türün evrildiği ve yalnızca başarılı evrilenlerin türlerinin devamlılığını sürdürebildiği çok net okunuyordu doğadan.

Darwin tüm notlarını toparlayıp teorisini sunduğunda, “tanrının kuzusu” evrime yenik düşmüştü. Evrim bilim dünyasının manşetiydi. Gelişecek olan biyolojinin, tıbbın kaidesini örüyordu Darwin tuttuğu notlarla.
Evrimin bir mükemmelleştirme mekanizması değil, bir tür eleme olduğunu farkeden insan, belki ilk etapta, ona mesafeli durmayı ve evrim fikrinden zihnini kaçırmayı tercih edebilir.
İsa' dan -ve belki öncesinden- beri inanıllagelen ve insana huzur veren "eşsizlik", "mükemmellik", "tanrının suretine sahip olma" fikirleri ile kendini önemli hisseden insan için, bir anda, "bir nevi organizma", "yeri geldiğinde bir av" ve en nihayetinde "bir tür hayvan" olduğu düşüncesi ile yüzleşmek elbette sarsıcıdır.
Çevresinde gördüğü yüzlerce hayvan türü ile, yemek, doğurmak, yavru yetiştirmek gibi aynı fizyolojik hareketleri yaptığını bilen insan, kendini her nasılsa onlarla aynı kökenden görme fikrinden her daim uzak durmuştur.

Evrimsel bilimin çıkış noktası olan “değişim” muhafazakâr kesimlerin ağızlarına bile almak istemedikleri bir ifadedir. Bu nedenle yaratılışcılar gerek insanın, gerek insan dışı türlerin ve çoğu yerde düşüncelerin dahi evrimlerinin karşısında durmuşlardır. Darwin’ in ardından, yaratılışcı düşüncenin yüzyıllardır, insanı doğanın hakimi, tanrıyı ise tek mutlak güç olarak kabul ettirme çabaları evrim duvarına çarpmıştır. “Yaratılış efsanesi” yandaşlarının, evrimin milyonlarca yıllık bilimsel veri birikimine karşı sunabildikleri tek argüman söyleyeninin belli olmadığı sözler ve yaratılış efsanesinin hayali öğretileridir.

***

Evrim ve Yaratılış Efsanesi ile ilgili yazımın ham halidir.
Kitap tanıtım yazısı olarak yeniden düzenlenmiş şekli Kitap Gazetesi' nden okunabilir.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Neden Zoofili?


Bu soruya cevap aramak için kurulmuş gruba herkesin katılımını bekliyorum.

nedenzoofili.com

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Çocuklar


Sokak lambasının altında
köpeğe sarılmış uyuyan bir çocuk gördüğümüzde
hızla uzaklaşırız yanından.
Çaresizliğinden rahatsız oluruz,
bulaştırmasını istemeyiz yalnızlığını.
Yalnızlık bulaşıcıdır,
o yüzden dokunmak istemeyiz duygularına.




Bizim kanımızda vardır.


Pek merhametli, pek misafirperver, acıma duygusu sınırsız, sevgisi sonsuz bir toplumuzdur...

Trişka!

"Akciğerleri paramparça, nefes verirken burnundan kan baloncukları çıkıyor" şeklinde sunduğunuz hastaya en duyarlı hanım-kişi bile "ah yazııııık..!" diyip ojesine üflemeye devam eder.

Kuş ölür, kedi ölür, insan ölür...

Biz kaderci, yazgıcı bir milletiz.

Hepsi normal şeylerdir.


Ölür canım Allah Allaaah!

"Ölenle ölünmez ya!"

***

Çocukları düşünüyorum...
Kimsesiz olanları.
Yaşadıkları yalnızlık ve dışlanmışlıkları...

Belki de varlıklarını hatırlamanın zamanı.

SHÇEK / UNICEF / ÇALIŞAN ÇOCUKLAR

Doğa İçin Çal!


Doğanın bir elemanı olarak biyolojik düzen içinde doğadan aldıklarımızı hırsızlık olarak değerlendiren yok elbet.

Ortada bir hırsızlık durumu olmadığını savunan antroposentrikler okyanusları kaplayan petrol tabakalarına, buzların üzerini kırmızıya boyayan kanlara, ölü balıkların yüzdüğü derelere dönüp bir kez daha baksınlar...

Anlasınlar ki,

ortada ciddi bir "hırsızlık" vakası var.

***

Bu bilinçle toplanan gençler, bu proje kapsamında, insanoğlunun doğadan çaldıklarının özürünü "doğa için çalarak" diliyor.

dogaicincal.com

28 Nisan 2010 Çarşamba

Dört Ayaklı Umut


Umut bazen dört ayaklıdır İstanbul’ da. Pencereler kapanıp ışıklar söndüğü vakit, yalnızlık yayılmaya başlar kentin damarlarına. Hayat, evlerde uykuyla devam ederken bu saatlerde, sokak lambasının altında yalnız bir beden belirir. İliklerine kadar soğuğu hisseden bedenin kah titrediğini, kah tedirgin bir uykuyla yere serildiğini gölgelerde görebilirsiniz.

Rüzgarın duvarları yalayıp boğaza aktığı sokaklar, kentin kılcallarıdır. Buralarda yalnızlığın ve korkunun acısıyla doyan, dört ayak ve bir kuyruktur bazen.

Kimilerine göre kılcalları dolaşan mikroplardır bunlar, kimilerine göre ise bizi mutlu kılan organik unsurlar.

Her iki ihtimalde de mutsuzluğu, çaresizliği, korkuyu ve şefkate duyulan açlığı nesilden nesile aktarırlar zihinlerinde bu dört ayaklılar.

Koşullar ne olursa olsun, okşayan bir elle canlanır tüm umutları, hiç yıpranmamışcasına.


Kent ve Köpekler

Sokak köpeklerinin “sorun” olarak algılanması sadece cumhuriyet dönemine ait bir durum değildir. Şehir tarihi boyunca hem kentin unsurları hem de baş belaları olarak görülen bir biyolojik gruptur onlar. Bazen itilmiş, bazen sahiplenilmiş, bazen eğitilmiş, bazen ise “sürülmüşlerdir”. Etnik ayrımcılığın lanetlendiği günümüzde, henüz çözümlenememiş türsel ayrımcılığın birincil kurbanlarıdır sokak köpekleri.

Yaşam hakları imzalanacak protokollere, ihalelere, belli kesimlerde sürekli tartışma konusu olan yasalara bağlıdır. Her daim iki dudağın arasındadır ölümleri.

Uğradıkları -her iki yönde- ayrımcılık göz önüne alındığında, zümrelerin kaderlerine sağlam birer metafordur kent yaşamında hapsolmuş sokak köpeklerinin yaşadıkları.

İstanbul her konuda olduğu gibi sokak köpeklerine gösterilen ilgi ya da nefret hususunda da aşırılıkların yuvası olagelmiştir yüzyıllardır.


İstanbul ve Sokak Köpekleri

Bu kitapla şehrin belki de en dışlanmış ama en eski sakinlerine dikkat çekiliyor. Köpekler, tıpkı insanlar gibi bu şehirde doğuyor, bu şehrin havasını soluyor ve bu şehirde ölüyorlar.

Ölümleri genelde içinde saygı ya da merhamet barındırmayan ruhsuz birer ritüel olarak kalıyor. Arkalarından fazlaca gözyaşı dökülmüyor, kentin diğer sakinlerinde olduğunun aksine.

Eser, İstanbul’ da yaşayagelmiş sokak köpeklerinin kaderlerinin kısa bir özetini veriyor. Halk tarafından sahiplenilişleri, nefretin odağına itilişleri, Hayırsız Ada’ ya sürülüşleri...

Şehrin köpekleri son yıllarda, onları seven halkı ve yerel yönetimleri sıkca karşı karşıya getiriyor. “Sokak köpeği sorununa çözüm arayışı” hedefiyle başlayan görüşmeler, karşılıklı atışmalara ve bazen şiddetli siyasi tartışmalara neden oluyor.

Siyasetten habersiz, çarşının balıkçı tezgahları altında bebeklerini emziren Karabaş, brandanın altında saklıyor yavrularını nefret ve zulümden.


26 Nisan 2010 Pazartesi

Her Devrin Adamları



Ahlak bacakların arasına hapsedildiğinden,
ağızlar, eller ve zihinler
özgürce ahlaksızlık üretebilirdi.
Sansür bu bölgeleri kapsamıyordu.




Sol' un Sakinleri ve Emlakçıları

Bundan 5 ay kadar önceydi.

İşyerimin caddesinde AKP bir dükkanı kiralayıp, toplantı salonu haline getirdi.
O güne kadar sadece trafik kazaları ve izleyen kavgalarında bu denli şenlenmişti bu cadde.
Bir de geçen yıl, hapishanenin eski duvarı caddenin tam ortasına çöktüğünde.
Akşamları eve dönerken yolum gereği sürekli önünden geçiyorum bu dükkanın.

Cayır cayır yanan ışıkların altında, ikinci el ofis malzemelerinin satıldığı yerlerde hemen göreceğiniz türden kocaman bir masa, etrafında plastik sandalyeler... Sakil bir görüntü.
Çoluk, çocuk, genç, yaşlı...

Tüm mahalleli orada.


Dikkatinizi çekmek isterim. Çiçekçi ve Salacak (praym minıstırın ahbaplarının armatörlük sevdası ile kısmen fethedilse de), Üsküdar' ın sağcıların yağmasından en az nasibini almış yeridir. İnsanlar -semte ve onun eşsiz boğaz havasına olan düşkünlüklerinden sebep- evlerinden pek taşınmazlar. Gelenler ise buranın havasına ve sakin yaşamına hemen uyum sağlar.

Eskileri her zaman "burası solun kalesidir" der dururlar.


Şimdi camlardan içeri bakıyorum. Kalenin sakinleri plastik sandalyeler üzerinde ilkelerini açık arttırmaya çıkarıyor.
Oturanlardan biri eski -kendi tabiri ile- DHKP-C' li, bir diğeri Alevi, yanındaki ise Ermeni...

Bu insanların hepsi ya bu partinin samimiyetine artık gönülden inanmışlar ya da sadece "en büyük"ten istemenin işe yaradığını(!) anlamışlar.


Netice?

Solun kalesi, kendi sakinleri tarafından satılığa çıkarılıyor...
***

Ağırdan Satanlar

Yekta ile sık sık benzer bir konuda tartışıyoruz.

Mühendis olmasına rağmen yapmaması gereken işleri de üstlenerek ancak para kazanabildiğini söylüyor. Bu devirde tutunabilmek için "benim işim değil" yerine "yaparız ağabey" denmesi gerektiğini savunuyor.
Yanlış anlaşılmasın. Siyasi tavizleri ve devrin adamlarını o da sevmiyor.
Ne var ki, mikro düzeyde tavizlerin gerekliliğini de belirtmeden geçmiyor.
Bunu tek diyen o da değil.
Bir çok arkadaşım benzer şeyleri öğütleyip duruyor yıllardır.
"Ben bazı şeyleri yapmamak için üniversite bitirdim" dediğimde "kendini beğenmiş", "ukala" ve "bir bok olma heveslisi" damgası yiyorum.

Ancak gerçek şu ki, ben zaten kocaman bir bokum!


İnsanların parasını hakedebilmek için işimi layıkı ile yapmam yeterli (olmalı), bunun için titrek bir fahişenin çantasını arabasının ön koltuğuna kadar taşımak zorunda hiç hissetmedim.
Aç kalacak da olsam (anneannemin büyük konuşmamak gerektiği yönünde söyledikleri aklıma geliyor) kimsenin önünde yerlere kadar eğilip; el, etek öpemem; tatminsiz ruhları okşayamam; buruşmuş taşakları havalandıramam...
***


Devrin Adamları

Bahariye' de kokoş bir kız gördüm. Yanında ona "sahip olmanın" gururu ile yaylana yaylana yürüyen oğlana "aşkım insan bir köpek için ağlar mı ayol? yaneee?" diyordu.

Sanırım çocuk bu suçu işlemişti ve onun için bu fazlaca duygusaldı (bkz. top).
İçimden yanına gidip neler demek geldi bilseniz...

Tırnağı kırılsa hüngür hüngür ağlayacağından emin olduğum bu küçük hanım, köpek için ağlamanın acizliğinden bahsediyordu.


Sonra düşündüm.

Maalesef bu toprak, bu zekada ve algıda insanlarla doluydu.
Elbette bir istikrardan bahsedilemezdi bu gibi insanların arasında.


En yakınlarımda bile duyarak büyüdüğüm bir laftı:
Para gelsin de, nasıl olursa.
İşte böyle bir haldi insanların içinde bulunduğu.


Ahlak bacakların arasına hapsedildiğinden, ağızlar, eller ve zihinler özgürce ahlaksızlık üretebilirdi.
Sansür bu bölgeleri kapsamıyordu.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Hayvana Tecavüz


Son günlerde artan hayvan tecavüzü haberleri, beni tekrar bu konuyu düşünmeye sevk etti.

Zoofili ya da zooseksüelite

Hayvanlarla cinsel ilişki bağımlılığı olarak adlandırabileceğimiz durum vicdani ve ahlaki boyutunun yanında ciddi bir seksüel psikopatidir. Zoosadizm denen bir başka psikopati hali de havyanlarla cinsel münasebet bağımlılığına ek olarak, hayvan vücuduna uygulanan acı verici faaliyetlerden zevk duyma durumudur.

Dünya çapında ele alındığında hayatında en az bir kez hayvan ile cinsel münasebette bulunanların topluma oranı, erkeklerde %8 kadınlarda ise %3.6’ dır (ref. Kinsey raporları). Bu oran kırsal bölgede yaşayanlarda % 40-50 oranına kadar yükselebilmektedir.*

Kanada, Hollanda, Yeni Zelanda gibi bazı ülkelerde hayvanlar ile cinsel ilişkiye girmek kanunlar ile yasaklanmışken, Belçika ve Almanya gibi ülkelerde hayvanlarla cinsel ilişkiye izin verilmekte ancak hayvan odaklı pornografi yapılması yasaklanmaktadır.

Hayvanla cinsel ilişkiye girmek, edilgen durumda cinsel ilişkiye zorlanan hayvan için vahşice ve insanlık dışı sonuçlar doğururken, zoonoz¹ hastalıkların insanlar arasına geçişini de kolaylaştıracak, yani bir anlamda hastalık saçacak insanların vektör olarak topluma karışmasına sebep olmaktadır.

Zoofili, eylemi yapan kişi açısından psikolojik anlamda incelenirken; tecavüzün mağduru konumundaki hayvan açısından davranışbilimsel, psikolojik ve –maalesef- cerrahi alanlarda olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

Kişileri bu eyleme sevk eden ruh durumu bir yana bırakıldığında, hayvanlarla cinsel ilişki tür gözetmeksizin yayılmaya devam etmektedir.
“Tecavüze uğramış köpek” haberlerinin yaygınlaşması bir yandan vakaların fazlalaştığını işaret ederken, diğer yandan da – iyi bir haber olarak- konuya duyarlılığın arttığını göstermektedir.


Tecavüz ve Kurbanları

Tecavüz kurbanı hayvanların akıbetleri, insanlarınkilerle paralellik göstermektedir.
Tecavüz küçük bir kız çocuğu ile bir sokak köpeği için benzer şeyleri ifade eder. Bunlar fiziksel ve zihinsel acı, utanç ve izolasyondur. Tecavüze uğrayan bir köpek cerrahi anlamda hasara uğrayacak, zorla cinsel ilişkinin getirdiği acıyı hem nesnel olarak hem de psikolojik olarak bünyesinde taşıyacaktır.

Ciddi tecavüz olaylarında organ deformiteleri ve masif kanamalar hayvanın yaşamını tehdit edebilmektedir. Veteriner hekimler organik hasarı giderebilseler de, zihinsel travmanın izlerini silmek pek de kolay olmayacaktır.

Tecavüz mağduru hayvanlar – tıpkı insanlarda olduğu gibi- post-travmatik sendromlara adaydırlar. Bunlar depresyon geliştirme, kaygı, yaygın anksiyete hali ve izolasyonu içerir. Hayvan, travma sonrası stres bozukluğunu, içine kapanma ve kendini soyutlama olarak gösterebilirken, tam tersi, artmış agresyon ve nedensiz saldırgan davranışlar hayvanın ve çevresindekilerin yaşamlarını tehdit eden boyutlara varabilir.

Anlaşılabileceği gibi, hayvanlarla kurulan cinsel ilişki psikolojik, sosyolojik, hukuki ve tıbbi boyutlarda ele alınabilmektedir ve hangi perspektiften bakılırsa bakılsın yadsınamaz bir bozukluğun dışavurumudur.


¹ Zoonoz: Hayvanlardan insanlara geçen hastalıklara verilen genel isimdir.

*Konu ile ilgili –ve tüm hayvan hakları istismarı içeren- vakaları güncel olarak pet-abuse.com adresinden takip edebilirsiniz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Dolar Milyoneri


Bir arkadaşıma, başka bir arkadaşımdan borç aldığımı söylüyordum geçenlerde.

Nedenini -havalı ifade emiş olmak amacıyla- "aniden nakite ihtiyacım oldu" şeklinde açıkladım. Bu ifade fazlasıyla etkili olmuş olacak ki arkadaşım "yaa üzüldüm, paralarını yatırım hesabında tutuyorsun tabi, değil mi?" diye sordu.

"Paralarım..? E-e-e-evet, paralarım. Öyle...".

Bono, hisse senedi, tahvil...

Bu terimleri sadece ismen duyduğum ancak ayrıntıları hakkında en ufak bilgim olmadığından, hata payı düşük, yuvarlak bir cevap vermek durumundaydım.

"Ya tabii, bir miktar var işte de, malum nedenler...

Çekemiyor insan ha deyince!"

Ne demek istediğimi kendim bile bilmezken, o cümlemi gayet açık anladığını desteklercesine kafa salladı "ya, ya..."
"Eeee... Nasıl buldun peki onca parayı borç olarak?"

Onca para sandığı şey 200 TL idi.

***
Bir anda ciddi bir uyanış yaşadım.

Arkadaşımın bakış açısına zihnimi aktarığımda durumu farkettim.

"Onca para" diyordu. Çünkü benim ufak bir para için borç aramak durumunda kalabileceğimi düşünmüyordu bile.

Çünkü onun gözünde ben işyerimi üç yıldır ayakta tutabilen ve "krizin teğet geçtiği" bir doktordum.
Halbuki ihtiyacım olan sadece 200 TL para idi. Çünkü kiramı ödeyememiştim. Eksik kalmıştı.

Onun zihninde ise ben "paralarım" la bankaları fetheden ancak "aniden nakite sıkışmış" bir iş adamıydım.

***

Oturup hesap yaptım.

İşyerinden 5 birim para kazanıyorum.
1 birimi ev kirasına gidiyor.

1 birimi işyeri kirası ve vergiye.

1 birimi ilaç alımı ve faturalara.

1 birimi sigorta, muhasebe, sarf malzeme alımı ve ekstra giderlere.

1 birimi ise evin gıda ihtiyacını karşılıyor.


Ne kalıyor?

Sıfır birim.

Ben bu sıfır birim ile sosyal hayatımı düzenliyor, tiyatroya gidiyor, giyim, elektronik vb ihtiyaç alımlarımı yapıyor, tatile çıkıyor, seyahat ediyor, hayvanlarıma bakıyor, ailenin sağlık giderlerini karşılıyorum...

Evet kalan sıfır birimle.

Aylık maaşının ev kirasını karşılamadığı bir ülkede yine de şanslı mıyım?


Şanslıyım.

16 Nisan 2010 Cuma

I Lovve Nuclear





ilovvenuclear.com

6 Nisan 2010 Salı

Top Ozan


"Küçüklüğümden beri çoğu zaman
insanları düşünmeye sevk etmiş,
kıskançlık hezeyanlarını dindiren
nöroleptik olmuştur bu düşünce."



Oyuncak silahım olmadı.
Yanlış hatırlamıyorsam bir kez anneannem aldı ancak oynanmadan durdu dolabın üzerinde.

Maytap, kızkaçıran, torpil...
Pek beceremezdim.
Bir tek üzerine taşla vurunca çat çat ses çıkaranları bilirim.
Mahallenin çocukları metre metre alıp bir anda tutuştururken, ben onları tek tek taşla ezip şaşırırdım;
"nasıl vurunca böyle yanıyor bu yaa?".

İşte kafamdaki ampul bu soruyla yandı.

Her şeyin sebebini sorgulamaya başladığımda beş yaşında filandım.

Önceleri toprağa ektiğim kuş yemlerinin suyu çekince büyüyüp yeşil olduğunu düşünür ama yaprak şekline nasıl dönüştüğünü anlayamazdım; sonra biyolojiyi keşfettim.
Dolabımda futbol topu yerine ıslak pamuklara sarılmış fasulyeler ve nohutlar doluydu.
Kapağı kapalı dolapta birden bire kocaman oluyorlar ancak yaprakları büyümüyordu.
Aynı çivi topuklar giyip Cadde' ye musallat olan türbanlılar gibi duruyorlardı.
Güzel bir sarışın için güneş şarttı. Balkondaki fasülyeler yeşil, dolaptakiler sarı-beyazdı.

Akvaryumdaki balıklar soğukta daha az yemek yiyordu.
Pencereye bakan tarafı yemyeşil oluyordu bir de akvaryumun.

Dizimi merdivene vurduğumda önce kızarıyor, sonra morarıyor ve en son olarak da sararıyordu.
Yaralar ya kanıyor ya da saydam bir su salıyorlardı, bazen de "iltihap" (annem böyle diyordu) olup kokuyorlardı...

Aman tanrım!
Dünya çok karmaşıktı.
Öğrenmem gereken "aşırı şey" vardı.

***

Tek ilgim fen değildi.

"Zaman geçiyor"du.
Sürekli kalemimi kaldırıp bırakıyordum.
Her sefer farklı şekilde düşüyordu.
Hemen geçmiş oluyordu yaşanan an ve asla aynısı oluşturulamıyordu anın.

Zaman algısını bir film sahnesi ile çok net kavramıştım.
Çekirgeyi taklit eden robot zıplarken onu eziyor, sonra da sahibine "hadi parçalarını birleştirelim, onu tekrar hayata döndürelim" diyordu.
Sahibi ise "o öldü" cevabını verip gidiyordu.

Ölümle yaşam iki titreşimin arasıydı sanki.

Filmin verdiği ateşle, bu uğurda on-on beş karınca öldürmüştüm. Yani "zamanın geri gelmezliği"ni kanıtlamak için kendime.
Gelmiyordu.
Çünkü ölünce, "ölüyordu".

Yıllar sonra dedemi kaybettiğimde, geri geleceği umudunu hiç taşımadım bu yüzden.
Cennet bahçelerinde meyve kokladığı avuntusunu da.

***

Hayat çok karmaşık hal alıyordu.
6 yaşıma gelmiştim ancak hayata dair hiçbir şeyi çözemiyordum.
Beynim patlayacak gibiydi.
Ada' yı gören evimizin ahşap tavanını hatırlıyordum. Kerestelerde yuvarlak siyahlıklar vardı. Babam "onlar dal izi" diyordu. Dümdüz tavanda dal ne arıyordu? Neden bizim tavanımız için ağaç öldürüyorlardı? Sapık mıydı bunlar?

Zaten katil ruhlu annem sürekli tavukların bacaklarını koparıp yemem için önüme koyuyordu! Bir de beyin salatası. Yack! "Çok yararlı"ydı sözde. İğrenç bir tadı vardı. Hayvan ömrü boyunca sadece acı çekmişti o beyinle, ailesini görmemişti hiç, hergün ölümü beklemişti... Doğal olarak acıydı beyninin tadı, iğrençti.
Ağzıma zorla ve kaşık kaşık ezilmiş beyin giriyordu...
Ooooof!

***




Annem yemek düzenimi değiştirdi.
Köfte yiyordum. Köfte cesede benzemiyordu.

Yeni meraklarım ev eşyalarıydı.
Çaydanlık kaynayınca kapağını havaya atıyordu. Bir süre sonra içinde su kalmıyordu.

"Aman tanrım buharlaşıyor!"

Artık 6 yaşıma basmıştım ve zekam artmıştı. Anlıyordum yavaş yavaş... Hatta bu bilimsel (!) deneylerim sırasında kaynar çaydanlığı üzerime döküp ikinci dereceden yanmıştım.

Dünyayı anladıkça, önceden kapıldığım dehşet duygusu yerini heyecana bıraktı.

Her şeyin kesin bir açıklaması, formülü ve çaresi vardı.

Hatta bu geri zekalı düşünce ile neredeyse on yaşıma kadar "eğer istemezsem ölmeyeceğimden emin" olarak yaşadığımı itiraf edebilirim.
Çünkü "-sanırım- ölüm bir zayıflık"tı. Kendini salmaz ve teslim etmezse kimse ölmezdi.
Bunun da yalan olduğunu sokakta ona yuva yaptığım ufak kedi -o denli yaşamak isterken- ölünce anladım.

Meraklarım durmak bilmiyordu.
Ki daha geçen yıl Turkcell 3G hizmetinin "merak ne güzel şey, ne güzel şey merak" sloganı ile tanıtılmasına kadar bu toplumda merak hakkında söylenen tek söz "kedinin başına ne gelirse meraktan" olmuştur.

Doğal olarak 15 yıl önce meraklı bir erkek çocuğu olmak gerçek bir "top"luktu.
Hala da öyledir.

"Karıya kıza merak", "alkole merak", "eğlenceye merak" sindirilebilir durumlarken, "ota, boka, böceğe..." ve "düşünmeye" merak (bkz. deli) hiç hoş karşılanmaz.

Halbuki bokun, muhteşem bir düzeneğin ve şaşaalı bir biyolojinin tecellisi olduğunu ben 7 yaşımda anlamıştım.

Örneğin domatesi kabuğu ile salataya koydularsa asla yemezdim.
Çünkü -bence- kabuğu hiçbir işe yaramıyor, boşuna dişlerimi yoruyordu.
Neden mi yaramıyor? Çünkü ne zaman yesem kabuklar aynen çıkıyordu.

(Bunu anlattığımda "ayyyy yıvrançççç" diyen salak kızların hepsi lise bile bitiremeden evlendi, ilgiyle dinleyen tek bir tanesi şu anda doktor.)

Oturup ders kitaplarını okumaya başladım.
Millet "sürekli ders çalışıyor" diyordu ve gerçekten büyük bir "top"luktu.

Çünkü kızların memeleri yeni çıkmaya başlamıştı
ve bir arkadaşımın tabiri ile "artık mıncıklanabiliyor"du.

Aslında ders de çalışmıyordum. Ders kitaplarını okuyordum.
Çünkü bir sürü merak ettiğim şeyin açıklaması orada vardı.
Hatta hayal kırıklığına da uğramıştım.
Su kaldırıyor, iki yandan çekilen şey sabit kalıyor, arabadaki sinek cama çarpmıyor, aynalar yansıtıyor, kurbağalar yumurtluyordu.
Zaman hala üzerinde düşünülen bir şeydi.
Ama onun da felsefesi benden yüzyıllar önce yapılmaya başlanmıştı. Heyhat!

Benim kaç yıldır deneyerek bulduğum bir ton şey çoktan bulunmuş, kanunlaşmış, üniversitelerde öğretiliyordu. Zaten her şeyin en iyisi üniversitede öğretiliyordu. Üniversiteler benim gibi manyaklara (ve genelde toplara) normal olduklarını göstermek için kurulmuşlardı.

***




Yaşım ilerledikçe estetik anlayışım gelişmeye başladı.
İşte şimdi tam bir "top" oluyordum.

Annem kilo alınca siyah giymeyi tercih ediyordu. Daha zayıf gösteriyordu ve hatları gizliyordu. Zaten ışığı da en çok o emiyordu.
Offf siyah bir harikaydı ve kesinlikle kırmızı ile birlikte muhteşem bir uyum sergiliyordu.

Tüm kadınların saçları sarı olmalıydı ve etek giymek zorunlu tutulmalıydı.

İnce topuklar yürünmesi daha zor olsa da bacakları çok zarif gösteriyorlardı.
Boyunlarda fular o kadar şık duruyordu ki, erkekler bile takmalıydı.

Şifon muhteşemdi.

Yakası dar giymek benim gibi utangaç (utangaç erkek çocuğu=top) çocukların işiydi. Bilhassa kadınlar kesinlikle boyunlarını açmalıydı. Bu onları daha narin gösteriyordu.

Fular, şifon, zarif, şık, narin... Allah' ım gerçekten "top" oluyordum. Bunlar nasıl kelimelerdi?
Arkadaşlarım "ananı sikerim" diyorlardı mesela en çok, "şık" ya da "zarif" değil.

***

Bir kızdan hoşlanıyordum.
Kız geçen haftaki beden dersinde ters takla atamadığım ve futbol oynamadığım için benim top olduğumu düşünüyor, beni ciddiye almıyordu.

Orta okul beden eğitimi hocam, "yenilenen okulun molozlarını bize taşıtma ahlaksızlığı" nı yaparken, bana "hadi bakalım yük taşıyor Ozan, bugün erkek oluyorsun" diyordu.

Benimle derdi "ben fen seviyorum, maymun gibi kafamın üzerinde dönemedim diye notumu kıramaz, okul birincisi olacağım" dediğimi duymuş olması olabilir.

Zaten yüz epilasyonu yapmıyordu sanırım, hep kırmızı rujunun üzerinde bıyıkları var gibi duruyordu ve estetiğin "e"sinden haberi yoktu.
Olsa o pis spor ayakkabıları değil, şık bir şeyleri tercih ederdi, -di, -di, -di...

Hoşlandığım başka bir kız, arkadaşına "uf bırak salağın teki, işi gücü ders çalışmak, bir de münazaralara katılmak" diyordu.

Kızları baştan çıkaramıyordum (top).
Yüzüm kıpkırmızı olana kadar, eteklerinin altına koyduğum aynayı izlemiyordum çünkü (top). Sanırım rahatsız olmuş gibi davransalar da bunun yapılmasından hoşlanıyorlardı.
Zira çoğu, bunu yapan erkeklerle birlikte oluyorlardı.

Geçenlerde bu kızlardan birine rastladım. Yanında eşi vardı. Selamlaştık sadece. Zamanında beni beğenmeyen prenses öyle bir adamla evliydi ki; işyerime tuvaletleri temizletmek için bile almayacağım çok net. Konuşma korkunç, ses tonu, ayakkabılar, eller... Oh my GOD!

***




Lise geldiğinde saygınlığım artmaya başladı. Orta okulda adım anons edilmişti çünkü. Başarılıydım. Kanıtlamıştım.
Ayrıca yaş itibarı ile "çılgınlıklar" a açık bir döneme girmiştik.
İnisiyatif kullanan erkekler vardı lisede, birini beğenirken, bir işi yaparken vesaire.
Ama yine de "top"tum/tuk.

Dans etmek çok önemliydi mesela. Ama bu kocaman bir topluktu hala.
Halbuki üniversitede dans seven erkekler tercih edilecekti ama lisede bunu bilmemin imkanı var mıydı?

Evimi kızlar arıyordu ve sevgilim değillerdi (top).
Böyle bir şey olabilir miydi?
Bir kız sadece tahrik unsuru ve sahiplenilecek, okul çıkışı uğruna kavga edilecek (neden ulan kız savunamıyor mu kendini?) bir meta idi.
Ben ise onlarla arkadaşlık ilişkisi kurabiliyordum (oh my holy "top").
Bu arada kızların büyük bir kısmı kendilerini mal gibi gören erkeklerle "çıkıyorlardı" bu da ayrı.
Neyse ki o dönem entelekt sahibi bir kız buldum da beni sevdi.

***

Maraton yön değiştirmişti.
Okulda benim deneylerimin ruhundan eser yoktu. Sürekli ezberletiyorlardı ve ben ölümüne reddediyordum.
Başarım yerlere düştü.
Bilimin ezber olmadığını kimseye gösteremeyeceğimi farkedince "modacı olacağım", "fotoğrafçı" olacağım demeye başladım. Ama içlerinde hiç biyoloji yoktu. Hayvan yoktu. Böbrek, dalak yoktu...

Modacı lafı yükseldiğinde artık kendim de geri dönülmez bir top olduğumu kabullendim.
Bu kadarı cidden fazlaydı.
Orospu bir travesti olmama ramak kalmıştı insanlar nazarında artık!
(Orospu diye belirtmek istedim çünkü tüm travestiler orospu değildir.)

Neler istiyordum?
Sanat (top), el becerisi (top), kediler ve köpekler (top or deli), biyoloji (salak).
Tamam.

...






Şimdi dönüp bakıyorum.
İyi ki "top" olarak yetiştirilmişim.

"Saldım çayıra, mevlam kayıra" formunda yetiştirilen akranlarım okuyamadı,
hapse girdi,
esrara alıştı.

Kötü son görmeyenler istediklerini yapamadan ya da istedikleri yere gelemeden kaldılar.

"Top" erkekleri sevmeyen kızlar "kazma" gibi "herif"lerin ter kokusu ile uyumaya mahkum edildiler.

Ben bu yaşıma kadar istediğim her şeyi yaptım.
Okulun en çalışkanı ve en tembeli oldum;
işyeri açtım;
yemek yapmayı öğrendim (top);
bulaşık da yıkıyorum (top kek);
yırtık pantolon ve şort giydim (eti puf);
saç uzattım ve küpe taktım (kaltak şirine (haha bu şekilde hep köpeğimi seviyorum, buraya eklemek istedim));
istediğim eğitimi aldım (ve alıyorum)...

Bir tek dünya seyahatini yapamadım.
O da tamamen sıkılıp işyerini kapattığımda olacaktır muhakkak.

Özgür ve yaşıma göre başarılı hissediyorum.

"Ozan çok akıllı ama biraz kibar çocuk annesi" derlerdi hep. O "ama" ne ise (top). Şimdi ise "Ozan çok akıllı ve kibar çocuk annesi" diyorlar.

Hep "Oxford' a mı gidecek/sin? Nedir bu çalışma?" tenkitleriyle büyüdüm.
Halbuki ne güzel olurdu gitseydim, yanılıyor muyum?

Şarkı söyledim (top), dans ettim (topik), şımardım (topiş), kahkaha attım (topoş), "karı gibi" ağladım (tortop)...

***



Siz siz olun, çocuğunuz bunları yaptığında tenkit etmeyin, edene de taviz vermeyin (bkz. annem).

Her konuda cesaretlendirin ki, hangi konuda özelleşeceğini bulsun çocuğunuz.

Duygularını kontrol altında tutmayı cinsiyet ile bağdaştırmayın ("sen kızsın yakışmaz", "sen erkeksin olmaz"...). Çok rahatsızsanız toplum adabıyla bağdaştırın.

Çocuğunuz televizyonu açıp karşısında dans ediyorsa bunun nesi kötüdür?
Belki de imaj bakımından "zavallı" konumdaki ülkemizin ismini duyacaktır birileri, onun sayesinde.
Bunu (dans işini) sokakta yapıyorsa "karı mısın sen?" değil, "burası sokak oğlum, insanlar rahatsız olabilir" deyin.
Böylece hem kibar olmayı öğrenecektir hem de dans etmeyi.

Ancak ne yaparsanız yapın, yine de o okulunda bir "top" olacaktır.
Çünkü çocuklar çok acımazsızdırlar ve şekilci.
Bunu önemsemeyin.
Gerçek başarılar "okulda top olan" küçük çocuklardan çıkar
ve
en donanımlı eşi onlar bulurlar.

Emin olun.
:)

*

Haaa, bir de bonus:
Bu "top"lar çok iyi yabancı dil konuşurlar.
Yadırganma kaygısını küçükken yendikleri ya da hiç barındırmadıkları için "what" a, "vıhat" demezler.
("Tüm ömürlerini diğer akranları gibi cendere içinde, aile, toplum vb baskısı altında geçirmezler" e metafor olarak söylenmiştir.)

Estetikten -genelde- anlarlar.
Kadınları mutlu etmeyi daha iyi bilirler doğal olarak.

"J" harfini de severler ve Fransızca' ya bayılırlar.

:)

Netice?

Yaşasın topluk!


Bir de destek talebi ekleyeyim: http://bizerkekdegilizinsiyatifi.blogspot.com/

24 Mart 2010 Çarşamba

Gergin!


Hayat = Stres

"Hayatı stres olarak yaşamak" diyorum ben buna.

Kendimi bildim bileli, portakal çiçeği kokan, huzur dolu geçirdiğim gün sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Lise son sınıfta iken MC Donald's' daki kasiyer kızın da dediği gibi "yüz hatlarım sürekli gergin!".

Zümrüt' te otuz tane poz arasından seçerek kimliğime yapıştırdığım fotoğrafta, yüz hatlarım, açık kalp ameliyatı yapıyormuşcasına "gergin"!

So sexy!

Stres öyle bir yaşam biçimi haline gelmiş ki benim için; günün büyük kısmında gülüyorum ama kahkaha atan yüz hatlarım "gergin"!

"Okul nasıl bir şey? Adapte olabilir miyim? Ya sıra arkadaşım derste altına işerse!" stresi.

"Annemle babam kavga etti, acaba boşanırlar mı?" stresi.

"Çok zayıfım, hasta mıyım?" stresi.

"Çok şişmanladım, kilo verebilecek miyim?" stresi.

"Orta okulda ceket giymek zorunluymuş" stresi.

"Okuldan kaçtım, evi ararlar mı?" stresi.

"Dedem ölünce ne yapacağım?" stresi.

"Ulan lise de bitiyor, sap gibi kaldım!" stresi.

"ÖSS günü ishal olur muyum?" stresi.

"O beni sevecek mi?" stresi.

"İstanbul' dan ayrı nasıl yaşarım?" stresi.

"Beni kan tutuyor", "okul uzuyor", "aman tanrım, kanama başladı" stresleri...

"Güneş neden doğudan yükseliyor? Ya batıdan olursa, kıyamet işte odur... Yoksa aklımı mı yitiriyorum? N' aparım, kim bakar bana?" stresleri...

Ot stresi, bir de bok elbette...

Daha sayamayacağım milyonlarca stres. Stresleri yazarken bile stres duyuyorum desem?

***

Sanırım modern yaşamın bedelini stresle ödüyoruz; nakit.

"İstanbul seni hapsemiş, eski bir banda kaydetmiş, davul gibi gerilen derimi, kim bilir kimler inletmiş..." derken bunu mu demek istiyor acaba "sarı kız"?

***
Haaa.. Bir de,

Ajda' ya üzülüyorum.

Estetiğe yatırım yapacağına strese yapsaydı eminim şimdi daha "gergin" olurdu.
:)

16 Mart 2010 Salı

Altın Tozu



Ev istiyorum.
Boğaz' ı ya da Ada' yı görsün ama muhakkak denize baksın.
Kapıda da bir Jeep' e hayır diyemem.

Gucci, Versace, D&G ve bazen Diesel olmak üzere 20-30 tane güneş gözlüğü...

Ayakkabılarım odalarındaki raflarda dururken, ben arkamda Louis Vuitton bavullarımı sürükleyerek St. Tropez' de ufak bir "vakasyon" için şehirden ayrılıyorum.
Voila!

Yola çıkarken onlarcasının arasından seçtiğim cep telefonum, gece-gündüz, spor ve hatta yatak kıyafetlerim tamamen haute couture olarak üretiliyor.

Christian Dior sevsem de Paris' e gittiğimde Parfum sur Mesure' ü ziyaret etmeden duramıyorum.

Hızlı adımlarla yürüme sebebim beni esir alan "sürekli yapacak daha fazla şeyim olduğu" hissi. Pradalar' ım kaldırımları ezerken, pardesümün eteğinden altın tozu saçıyorum.

Sürekli Avrupa' nun tozunu yutmama rağmen her cemiyette şovenist nidalar atıyor, "cennet vatanım" ayağına alkış topluyorum.

Champs Elysee ile Bağdat Caddesi' ni kıyaslıyor, araba gürültüsünü sevdiğime kendimi inandırıyorum.

Yorkie' mi hiçbir seyahatimde yanıma alamıyorum, ah prosedürler.
Bu geri zekalı avrupalılar kendilerini ne zannediyorlar anlamıyorum. Çoğu, onun bir aylık veteriner masrafı ile tam bir yıl geçiniyor.

Uff mon cher, bıktım bu keşmekeşten. Sanırım yaşlılığımda kuzeyde bir orman evinde yaşayacağım.
Yok canım ne Karadeniz' i? İsveç, belki Finlandiya.

Genç, yaz tatilerinde hamallık yaparak harç parası biriktiredursun. Ben sadece yeni LV' min hamalıyım.

15 Mart 2010 Pazartesi

Göstermek


Göstermek!

Göstermek güç sembolüdür.
"Yiğidin malı meydanda olur."

Göstermek sempati kazandırır.
"Göster oğlum amcalara pipini."

Göstermek para getirir.
"Haydi, göster enerjini!"

Göstermek tehdit içerir.
"Gününü göstermek."

Göstermek kıymet kazandırır.
"Gösterip de vermemek."

Kısacası göstermek her şeydir bir bakıma.

Ancak asıl iş gösterende değil, gördüğünü yorumlayandadır.

***

Popüler kültür kölesi Ozan' ın yeni "gözde"si ve hatta "ikbal"i:

cantamdakiler.com

Pek orijinal olmasa da fikir, sadece buna adanmış tek internet sitesi.

13 Mart 2010 Cumartesi

Gelmeyin!


Maddi problem kelimesi sözlüğümüzden çıktı.
Artık kullanılmıyor, kullanılsa da bir şey ifade etmiyor.
Hayır hayır, kimseye "lotari" falan vurmadı. Halkçı bir yönetim gelip vergileri aşağı da çekmedi.

Alıp? Anlamadım.
Haaa, yok alıp verip ekonomiye de can vermedik.
Üstadım ölüye can vermek peygamberin harcı değildir de hekimin olsun.

***

Istanbul şehrinin orta kesimleri bir yana dursun, müreffeh güney kıyıları ve hatta boğaz hattı bile suya ekmek banacak düzeye gelmiş durumda.

Hayırsever yardımları bozuk para düzeyine düşerken, kibar istanbullular çıkacakları bir akşam yemeğini bile "mütevazı bir emekli yemeğine davetliyiz" şeklinde sunmak zorunda kalıyorlar yakınlarına. Zira insanlar için en lüks şeylerden biri de kaliteli beslenmenin yanında sosyal etkinlikte bulunabilme durumu oldu.

Kadınların sizin şehirlerdekilerden pek farkı yok. Hepsinin ortak kaderi sabahları Müge Anlı' nın beyinlerinin ırzına geçmesinden ibaret.

Hiçbir şey yemeksizin ve sokak çeşmelerinden sıvı ihtiyacınızı karşılayarak (yüce Osmanlı sağolsun çeşmemiz bol) ailece bir Beşiktaş' tan Ada' yı gezip görmek yaklaşık 50 Lira. Açlıktan kan şekeriniz düşerse doktor muayenesi özelde 280, devlette 8 Lira (yüce devletlümüz sağolsun).

Ev sahibi olmak lüks. İş bulmak da keza.
Üniversite mezunları genel olarak kronik işsizlik illetinden psikopatik belirtiler gösteriyorlar. Master ya da doktora gibi ileri düzey akamedik hatalar yapanların patolojisi daha ciddi boyutlarda semptomlar doğurabiliyor.

İş sıkıntısı pek çekmeyen mesleklerin mensupları (çok şükür bunlardan biriyim) değerlerinin dörtte biri fiyatına satılıy... pardon çalışıyor, paralarını zamanında alabilmek için el-etek öpmekten kambur oluyorlar.

Deniz kirli, balık sizin kıyılardan geliyor. Tarla vb işlenebilir alan falan kalmadı. Yediğimiz her şey sizin köylerden, giydiğimiz her şey Paris ya da Milano' dan geliyor (!). Yani çoğunun adı geliyor da kendisi Merter' de üretiliyor.

Markadan bahsetmişken, "herkes bokunu kaynatıp içecek" durumda, ancak markalar sokaklarda cirit atıyor. Bu yılın modası Gucci çantanız 5 Lira' dan satılıyor. Ancak bir kötülüğü var sadece bir hafta kullanılabiliyor.

"Arabik" akım şatafatlı yaşam görüntüsü verme çabalarını tam gaz körüklerken, batılısı-doğulusu, zengini-fakiri, evlisi-dulu hem "kainatın başkenti"ne sövüp, hem de parmağa yapışan sümük gibi ayrılmıyorlar bu şehirden.

Taş ve toprak asla altın değil.

Bu söze kanıp toprağınızı bırakıp buraya gelmeye sakın kalkışmayın.

"Gelmeyin gitmeyin,
şehre ve kendinize eza vermeyin!"

"İlla geleceğiz Nelcetü'l Alem' e ya zındık" diyorsanız, tekrar keyfim olduğunda ekleyeceğim diğer yazımda, burada saadet sahibi olmanın sırlarını okuyabilirsiniz.

10 Mart 2010 Çarşamba

Hızlı Okuma


Kitap okurken hatırladım da; ilköğretim yıllarında çoğu öğretmen tarafından yapılan abuk subuk bir uygulama vardı: Hızlı okuma yarışması.

Bazen isteğe bağlı bazen ise öğremenin seçtiği katılımcıların mücadelesinden oluşan bu ritüel en nefret ettiğim toplu aktivite idi.

Her zaman noktalama işaretlerine uyarak okumaya çalışan "Küçük Ozan" olarak, ağzından salyalar saça saça dakikada bilmem kaç kelime okuyan kızlara nefretle bakardım.
Araba arkasına takılan ufaklıklar gibi, sınıfın erkeklerinin önlük kuşaklarına yapışık yaşayan "küçük hatun" seri halde konuşma yeteneğini, çaçaronlukta ve okuma yarışlarında kullanırdı.

İşin garibi, ömrünün yarısını noktalama, vurgu vs gibi dilsel konuları anlatmaya vakfetmiş olan öğretmen de hızlı okuma yarışında saat tutar, noktasız, virgülsüz ama bol salyalı kelimeleri dakikanın sonunda sayıp birinciyi ilan ederdi.

Şimdilerde soruyorum, bu ritüel de kaybolmuş. Hala virgüllerde yarım, noktalarda tam "es" verince mutlu olan ben bu habere de pek memnun oldum.

Aman siz siz olun hızlı düşünün ancak yavaş ve anlayarak okuyun çocuklar. :)

1 Şubat 2010 Pazartesi

Pati Kedi Pansiyonu


Yaratıcı web adresi peşinde olanlara güzel bir örnek.
sahibimtatilde.com