29 Mayıs 2011 Pazar

Vermeyeceğiz!



Manifesto

Gezegenimiz, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte tarihte görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya. İnsanoğlunun aşırı tüketime dayalı bugünkü yaşam şekli nedeniyle ortaya çıkan doğa yıkımı, geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Her on üç dakikada bir, yeryüzünde bir canlı türü daha yok oluyor. Günümüz insanı, varolmanın yegâne yolunu ihtiyacının fazlasını üretmek ve tüketmek olarak görüyor. Bu anlayış, doğa üzerinde egemenlik mantığını temel alan sonu gelmeyen bir kâr hırsıyla tüm yaşam kaynaklarımızı metaya dönüştürüyor. Sınırsız tüketime dayalı bu sistemin Türkiye’deki yansıması, çok daha korkunç bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır: Son elli yılda yok edilen sulakalanlarımızın büyüklüğü Marmara Denizi’nin büyüklüğünü geçti. Yani 60’lı yıllardan bu yana sulak alanlarımızın %40’ını kaybettik.

Dağlarımız, son on yılda verilen 40 binden fazla maden ruhsatıyla maden şirketlerine tahsis edildi. 2B yasası tasarısı ile ormanlarımızın satışı için düğmeye basıldı. Yakın zamana dek kendi kendine yetebilen nadir toplumlardan biriyken, yanlış tarım politikaları nedeniyle yediğimiz ekmeğin buğdayını bile ithal eder hale geldik. Yanlış tarım politikları sonucunda doğduğu topraklarda doyamaz hale getirilen köylü nüfusun kırsal alanlardan şehre göç etmesiyle insansızlaşan topraklarımız, GDO’lu tohumlara ve rant peşindeki büyük tarım şirketlerine terk edildi. Bugüne kadar kanunları eğip bükerek el konulmaya çalışılan kıyılarımız, yaylalarımız, ormanlarımız; hazırlanan yeni kanunlarla satışa çıkarılıyor. Toprağımıza ektiğimiz tohumdan çocuklarımıza yedirdiğimiz mamaya, enerji üreten santrallerde kullanılan makinelerden üzerimize giydiğimiz kıyafetlere kadar hemen her ürünü ithal ettiğimiz unutulup; enerjide dışa bağımlılığı giderme adı altında bütün akarsularımız ve vadilerimiz yağmalanıyor.

Anadolu derelerinin tamamına yakını üstüne hidroelektrik santral yapılması amacıyla şirketlere satıldı. Sayısı 2000’in üzerinde olan bu santraller hayata geçirildiği taktirde Anadolu’da akan tüm dereler, borular ya da tünellere hapsedilmiş olacak. Sayıları her geçen gün artan termik santrallere bir de nükleer santral projeleri eklendi. Artık çocuklarımızın geleceği de ipotek altında. Kendi imkânlarımızla ürettiğimiz son ürünlerle birlikte, bu ürünleri üretenlerin kültürü ve geleneksel yaşam biçimi de yok ediliyor.

Artık bir seçim yapmak zorundayız: Ya sınır tanımayan tüketim alışkanlıklarımızı sürdürerek, doğayla birlikte kendimizi de yok edeceğiz ya da onunla uyumlu bir yaşamı seçeceğiz.

Doğanın varoluşuna, binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olan uygarlıklara, ait olduğumuz topluma ve gelecek nesillere karşı duyduğumuz vicdani sorumluluğun gereği olarak, biz ikincisini seçiyoruz. Doğası ve yaşam alanlarıyla birlikte, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bizler şu gerçeklerin altını çiziyoruz:

  • Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır.

  • Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.
  • Doğa canlı bir varlıktır. İnsanlar, şirketler veya devletler doğanın sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamaz.
  • Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir. *Kendinden sonraki nesillerin ve diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğaanayı; onun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.
  • Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun ve uygulama kabul edilemez.
  • Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni olamaz. ‘Sürdürülebilir kalkınma’, ‘koruma kullanma dengesi’, ‘üstün kamu yararı‘ gibi kavramlar doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.


Bu ilkeler doğrultusunda, aşağıda sıraladığımız adımların gerçekleşmesi için harekete geçiyoruz:

  1. Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli, ‘doğaanamızın yaşama hakkı’ anayasal güvence altına alınmalıdır.
  2. ‘Her insan doğduğu yerde doyabilmeli’ ilkesinden yola çıkarak, kırsalda yaşayan insanların büyük kentlere göçünü engelleyecek ve geleneksel yaşam biçimlerimizi destekleyecek düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
  3. Kırsal yaşamımızı, kültürel mirasımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi tehdit eden, kâr hırsıyla hazırlanmış hidroelektrik santral (HES) ve baraj projelerinin tamamı durdurulmalıdır. #Bugüne kadar yapılmış uygulamaların doğal alanlarımız üzerinde yarattığı yıkımı giderecek çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
  4. Ormanlarımızın yok olmasının önünü açacak 2B yasal düzenlemeleri derhal geri çekilmeli, ormanların özelleştirilmesine dair hazırlıklar durdurulmalıdır.
  5. Ne koruma alanlarını, ne tarım alanlarını ne de canlı yaşamını dikkate alan madencilik faaliyetleri durdurulmalı, bu faaliyetlerin ekosistem üzerindeki etkisi göz ardı edilerek verilmiş tüm maden ruhsatları iptal edilmelidir.
  6. Toprakların verimsizleşmesine, temel geçim kaynağı tarım olan köylünün yoksullaşmasına ve su kaynaklarının aşırı kullanımına neden olan yanlış tarım politikaları terk edilmeli; tüm tarımsal faaliyetlerde doğanın dengesini gözetilmeli ve doğru yerde doğru ürün ilkesi benimsenmelidir.
  7. Tüm canlı yaşamını tehdit eden hibrit tohumların, GDO’lu ürünlerin ve üretimde kullanılan her türlü kimyasal maddenin kullanımı durdurulmalıdır.
  8. Bizden önce bu topraklarda yaşamış onlarca uygarlıktan günümüze miras kalan Hasankeyf gibi nice kültürel zenginliğimizi tehdit eden projeler ve uygulamalar derhal durdurulmalıdır. #Sadece bize değil tüm insanlığa ait bu değerler itinayla korunmalı, gelecek kuşaklara en iyi şekilde aktarılması için gerekli çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
  9. Sosyal ve ekolojik maliyeti gözardı edilerek planlanan ve şehirlere daha büyük göç dalgalarının gelmesine yol açacak otoyol, köprü ve konut projeleri durdurulmalı, karbon salınımını azaltacak demiryolu ulaşımı geliştirilmeli ve yaygınlaştırmalıdır.
  10. Var olanlara her geçen gün bir yenisi eklenen, doğaya verdikleri zarar tartışılmaz termik santraller ve nükleer santral yatırımları derhal durdurulmalıdır.
  11. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın izniyle, doğayı yok eden şirketler tarafından finanse edilen özel firmalar tarafından hazırlanan ÇED raporları ve buna izin veren ÇED Yönetmeliği derhal iptal edilmelidir. Doğanın hassas dengesi, kamuoyu vicdanı, sivil toplum kuruluşları ve yerel halkın kanaatinin dikkate alınmadığı hiçbir projeye onay verilmemelidir.
  12. Tüm koruma alanlarını ticari yatırımlara açan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı geri çekilmeli, Yenilenebilir Enerji Kanunu derhal iptal edilmelidir. Varolan koruma alanlarının statüleri güçlendirilmeli; biyolojik çeşitliliği korumak için önemli doğa alanlarına hızla koruma statüsü kazandırılmalıdır.
  13. Özel şirketlerin ve kamu kurumlarının doğayı katletmesinin önünü açan ‘kirleten öder’ mantığı ve uygulaması terk edilmeli, doğaya zarar verenlerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
  14. Yaptığı yatırımlarla doğanın dengesine müdahale eden icracı bir kuruluş niteliğindeki Devlet Su İşleri (DSİ) ile doğayı korumakla yükümlü Çevre ve Orman Bakanlığı’nı aynı çatı altında birleştiren yapı derhal değiştirilmelidir. Çevre ve Orman Bakanlığı, şirketlerin çıkarlarını savunmak yerine; asli görevi olan, doğayı koruma görevini yerine getirmelidir.

Kendini doğa ananın sahibi değil bir parçası olarak gören bizler :

İçinde varolduğumuz doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, yukarıda sıraladığımız ilkeleri ve talepleri karşılamayan, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve bunların uygulamalarının tümünü reddediyoruz. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz. Varolan idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair inancımız kalmadığından; halk olarak bu gidişe dur diyor, parçası olduğumuz doğaanamızın haklarıyla birlikte kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa kalkıyoruz;

Nisan 2011 itibariyle vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden yola çıkıyor, Türkiye’nin dört bir yanından 40 gün 40 gece yol alacak kervanlar halinde Ankara’ya yürüyoruz. Ve taleplerimiz yerine getirilene kadar geri dönmüyoruz. Doğanın hassas dengesini korumanın, insan olarak vicdani sorumluluğumuz olduğunu düşününen herkesi bu hareketi desteklemeye çağırıyoruz.

http://vermeyoz.net/


2 Mayıs 2011 Pazartesi

Kartezyen Metafizik ve Düşüncenin Öznesizliği





Yaşamlarımızın bir anlamı var mı? Bu sorunun cevabına duyduğumuz merak bizi felsefeye yaklaştıran ilk güdü. Birbiri ardına bitmeksizin sıralanan sorular cevaplarıyla ancak felsefede buluşabilirler. Bilimi anlamada felsefenin vazgeçilmezliği var oluşumuzun kökenini yorumlamak için gereken soruları sormamızı sağlıyor. Bu noktada var oluşumuza ait cevapları bilim felsefesinde bulabilmekteyiz.

Maddeyi tanımlamaya giden yolda rasyonalitenin doğadaki yerinin belirlenmesi gerekliliktir. Zira maddeye ulaşırken takip edilecek yol -çıkış noktası her ne kadar metafizik de olsa- rasyonalite üzerinden geçmektedir. Mananın tanımını nörobiyolojik ve felsefi olarak yapmak ise onun madde ile ilişkisini kavramanın temel şartlarından biridir. Saffet Murat Tura eserini “kartezyen metafizikle yapılan materyalist bir hesaplaşmanın ürünü” olarak adlandırıyor. Madde ve Mana' da rasyonaliteden sapmadan metafizik soruların yanıtlarını arıyoruz. Manayı kavramaya yönelik tanımlar sunan yazar parça ve bütün arasındaki bağı inceleyerek “mana” ifadesinin zihninizdeki resmini netleştiriyor.

Doğanın kendi içinde açıklanabilirliği varsayımından yola çıkarak bilimsel bilgiye ulaşmak mümkündür. Doğayı rasyonel şekilde tarif etmek ve doğa olaylarını akılcı biçimde açıklamak için doğaüstü varsayımlara başvurulamayacağı gibi şahsi mistik deneyimler de doğaüstünün kanıtı olarak kabul edilemez. Adı üzerinde bunlar kişisel deneyimlerdir ve evrensel bir gerçeklik barındırmazlar. Bireysel deneyimleri doğaüstünün kanıtı olarak görmek -eğer gerçekten varsa- metafizik varlığı da hiçe saymak anlamına gelecektir.

Evrim, evrenin bugünkü halini anlayabilmemiz için önümüzdeki en önemli veri kaynağıdır. Genetik biliminin ilerlemesiyle paleontolojik göstergelerin çok ötesinde evrimsel kanıtlara sahip olduk. Evrimi oluşturan raslantısal değişimler ve çevre etkisinin büyük rol oynadığı doğal seçilim, algımızı zorlayacak uzunlukta bir zaman dilimi boyunca olageldi. Üst üste dökülen kum tanelerinin yeterli zaman geçtikten sonra bir dağa dönüşebileceğini anlamamız görece kolaydır. Ancak aşkın güce olan inanç benzer bir transformasyonun kendileri için de mümkün olabileceği düşüncesinden hep uzak tutmuştur insanları. Oysa evrimin doğal bir seyir olduğunu içselleştirdiğimizde evrenin rasyonalitesini daha kolay anlayabiliriz. Tüm bilim insalarının ortak görüşte buluştukları evrim teorisini dünyanın gerçeğini açıklamada temel referanslardan biri olarak alan yazar, onu “insanlık tarihinde ilk kez açıklama ve yorumlamayı tek bir formülde ifade edebilmeyi başarması bakımından eşsiz” olarak nitelendiriyor.

Fiziksel ve kimyasal gerçeklikleri kullanarak maddeye ilişkin açıklamalara ulaşmak mümkündür. Biyolojinin diğer bilimlerden farkı ise fizik ve kimya gibi açıklayıcı değil yorumlama yoluyla öznesiz rasyonaliteye varma özelliğidir. Eserde diyalektik materyalizmin ışığında doğa felsefesinin paradigmatik bilim örneği olarak fiziğin değil, biyolojinin alınması gerektiği vurgulanarak, bu doğa biliminin beyin-anlam ilişkisi problemlerini çözebilecek güçte olduğu anlatılıyor. Biyolojik bilimler materyalist felsefeden yola çıkarak değerlendirildiğinde canlıların “yaptığını” varsaydığımız olaylar aslında edimsel öznelerden uzak, canlılığın doğal seyrinde olagelmektedir. Tura' nın ifadeleriyle örneklersek, bitkiler fotosentez yapmazlar; fotosentez olayı bir takım fiziksel ve kimyasal etkileşimler sonucu bitkilerin bünyesinde olagelir. Bu örneğin ardından fotosentezi öznesiz bir olay olarak nitelendirebiliriz. Zira organizmada meydana gelen bu faaliyet bir edim olmamasıyla öznesiz niteliktedir. Benzer örnekler daha kompleks canlılar için de geçerliliğini korur. Gündelik ifadelerimizde öznelere mal ettiğimiz olayların bütünü aslında özneden uzak bir biçimde meydana gelmektedir. Vücut sistemlerimizde (sindirim, dolaşım vb) gerçekleşen olayların öznesi olmadığımız gibi emosyonlar(ımız)ın ve düşünceler(imiz)in de sahibi bizler değiliz. Çünkü bir özneye yüklediğimiz düşünceler aslında nörofizyolojik değişimlerin (hücresel / elektriksel faaliyetlerin) birer sonucu olarak meydana gelmektedir. Yazar bu yaklaşımla felsefe tarihinin en ünlü argümanı olan “düşünüyorum öyleyse varım” ı yanlışlıyor. Maddesel olarak “ben” i kanıtlamak için gerekli olan argümanı “düşünce olayını içeriyorum, o halde varım” şeklinde yeniden yapılandırıyor.



Materyalist felsefede ruh ve beden birbirinden ayrı algılanamaz. “Düşünen insan ve maddesel olarak var olan insan” fikri düşüncenin aşkın bir öznenin ürünü gibi algılanmasına yol açmaktadır. Oysa düşünce bedensel bir aktivitenin, beyinsel mekanizmaların faaliylerinin, sonucu gerçekleşen bir olaydır. İnsanın bu rasyonalite ile uzlaşması bazı engeller taşımaktadır. Çünkü edimsel özneyi yok etmek insanların kolayca benimseyebilecekleri bir fikir değildir. Bunun sebebi kendimizi edimsel özne gibi varsaydığımız kartezyen algı taşıyor olmamızdır. Bu algı beynimizde gerçekleşen zihinsel faaliyetleri bizden içeri bir öznenin iradesine bağlamamıza yol açmaktadır.

Bir psikiyatrist olan Saffet Murat Tura felsefi donanımı ile pozitif bilimleri yorumlarken okurlarına metafizikten rasyonele doğru bir köprü uzatıyor. Varlığın kökeni ve devamlılığı konusunda materyalist yaklaşımın açıklayıcılığını kullanan Madde ve Mana, Türk felsefe dünyasında son yıllarda kaleme alınmış en kaliteli eserlerden biri şüphesiz. Tura beynin kimyasını kartezyen algının dışında açıklarken beynimizin her hücresini maddenin derin felsefi anlamlarını sorgulamaya sevk ediyor.

Yazar evrimi ve diyalektik materyalizmi, hermeneutiği, doğa bilimlerini ve metafiziği kullanarak mananın maddesel sahibini ya da sahipsizliğini sorguluyor. Bu sorgulama engin bilgisi ve güçlü anlatımı ile birleşince bilime ve felsefeye ilgi duyan, soru sormayı seven okurlar için muazzam bir kitap çıkıyor ortaya. Genç nörobilimcilere bilim felsefesi üzerine dersler de veren Tura geleceğin bilim insanlarına geniş ufuklar kazandıracak bu armağanı ile bilim felsefesi kitaplığınıza eşsiz bir yerli eser kazandırıyor.