28 Nisan 2010 Çarşamba

Dört Ayaklı Umut


Umut bazen dört ayaklıdır İstanbul’ da. Pencereler kapanıp ışıklar söndüğü vakit, yalnızlık yayılmaya başlar kentin damarlarına. Hayat, evlerde uykuyla devam ederken bu saatlerde, sokak lambasının altında yalnız bir beden belirir. İliklerine kadar soğuğu hisseden bedenin kah titrediğini, kah tedirgin bir uykuyla yere serildiğini gölgelerde görebilirsiniz.

Rüzgarın duvarları yalayıp boğaza aktığı sokaklar, kentin kılcallarıdır. Buralarda yalnızlığın ve korkunun acısıyla doyan, dört ayak ve bir kuyruktur bazen.

Kimilerine göre kılcalları dolaşan mikroplardır bunlar, kimilerine göre ise bizi mutlu kılan organik unsurlar.

Her iki ihtimalde de mutsuzluğu, çaresizliği, korkuyu ve şefkate duyulan açlığı nesilden nesile aktarırlar zihinlerinde bu dört ayaklılar.

Koşullar ne olursa olsun, okşayan bir elle canlanır tüm umutları, hiç yıpranmamışcasına.


Kent ve Köpekler

Sokak köpeklerinin “sorun” olarak algılanması sadece cumhuriyet dönemine ait bir durum değildir. Şehir tarihi boyunca hem kentin unsurları hem de baş belaları olarak görülen bir biyolojik gruptur onlar. Bazen itilmiş, bazen sahiplenilmiş, bazen eğitilmiş, bazen ise “sürülmüşlerdir”. Etnik ayrımcılığın lanetlendiği günümüzde, henüz çözümlenememiş türsel ayrımcılığın birincil kurbanlarıdır sokak köpekleri.

Yaşam hakları imzalanacak protokollere, ihalelere, belli kesimlerde sürekli tartışma konusu olan yasalara bağlıdır. Her daim iki dudağın arasındadır ölümleri.

Uğradıkları -her iki yönde- ayrımcılık göz önüne alındığında, zümrelerin kaderlerine sağlam birer metafordur kent yaşamında hapsolmuş sokak köpeklerinin yaşadıkları.

İstanbul her konuda olduğu gibi sokak köpeklerine gösterilen ilgi ya da nefret hususunda da aşırılıkların yuvası olagelmiştir yüzyıllardır.


İstanbul ve Sokak Köpekleri

Bu kitapla şehrin belki de en dışlanmış ama en eski sakinlerine dikkat çekiliyor. Köpekler, tıpkı insanlar gibi bu şehirde doğuyor, bu şehrin havasını soluyor ve bu şehirde ölüyorlar.

Ölümleri genelde içinde saygı ya da merhamet barındırmayan ruhsuz birer ritüel olarak kalıyor. Arkalarından fazlaca gözyaşı dökülmüyor, kentin diğer sakinlerinde olduğunun aksine.

Eser, İstanbul’ da yaşayagelmiş sokak köpeklerinin kaderlerinin kısa bir özetini veriyor. Halk tarafından sahiplenilişleri, nefretin odağına itilişleri, Hayırsız Ada’ ya sürülüşleri...

Şehrin köpekleri son yıllarda, onları seven halkı ve yerel yönetimleri sıkca karşı karşıya getiriyor. “Sokak köpeği sorununa çözüm arayışı” hedefiyle başlayan görüşmeler, karşılıklı atışmalara ve bazen şiddetli siyasi tartışmalara neden oluyor.

Siyasetten habersiz, çarşının balıkçı tezgahları altında bebeklerini emziren Karabaş, brandanın altında saklıyor yavrularını nefret ve zulümden.


26 Nisan 2010 Pazartesi

Her Devrin Adamları



Ahlak bacakların arasına hapsedildiğinden,
ağızlar, eller ve zihinler
özgürce ahlaksızlık üretebilirdi.
Sansür bu bölgeleri kapsamıyordu.




Sol' un Sakinleri ve Emlakçıları

Bundan 5 ay kadar önceydi.

İşyerimin caddesinde AKP bir dükkanı kiralayıp, toplantı salonu haline getirdi.
O güne kadar sadece trafik kazaları ve izleyen kavgalarında bu denli şenlenmişti bu cadde.
Bir de geçen yıl, hapishanenin eski duvarı caddenin tam ortasına çöktüğünde.
Akşamları eve dönerken yolum gereği sürekli önünden geçiyorum bu dükkanın.

Cayır cayır yanan ışıkların altında, ikinci el ofis malzemelerinin satıldığı yerlerde hemen göreceğiniz türden kocaman bir masa, etrafında plastik sandalyeler... Sakil bir görüntü.
Çoluk, çocuk, genç, yaşlı...

Tüm mahalleli orada.


Dikkatinizi çekmek isterim. Çiçekçi ve Salacak (praym minıstırın ahbaplarının armatörlük sevdası ile kısmen fethedilse de), Üsküdar' ın sağcıların yağmasından en az nasibini almış yeridir. İnsanlar -semte ve onun eşsiz boğaz havasına olan düşkünlüklerinden sebep- evlerinden pek taşınmazlar. Gelenler ise buranın havasına ve sakin yaşamına hemen uyum sağlar.

Eskileri her zaman "burası solun kalesidir" der dururlar.


Şimdi camlardan içeri bakıyorum. Kalenin sakinleri plastik sandalyeler üzerinde ilkelerini açık arttırmaya çıkarıyor.
Oturanlardan biri eski -kendi tabiri ile- DHKP-C' li, bir diğeri Alevi, yanındaki ise Ermeni...

Bu insanların hepsi ya bu partinin samimiyetine artık gönülden inanmışlar ya da sadece "en büyük"ten istemenin işe yaradığını(!) anlamışlar.


Netice?

Solun kalesi, kendi sakinleri tarafından satılığa çıkarılıyor...
***

Ağırdan Satanlar

Yekta ile sık sık benzer bir konuda tartışıyoruz.

Mühendis olmasına rağmen yapmaması gereken işleri de üstlenerek ancak para kazanabildiğini söylüyor. Bu devirde tutunabilmek için "benim işim değil" yerine "yaparız ağabey" denmesi gerektiğini savunuyor.
Yanlış anlaşılmasın. Siyasi tavizleri ve devrin adamlarını o da sevmiyor.
Ne var ki, mikro düzeyde tavizlerin gerekliliğini de belirtmeden geçmiyor.
Bunu tek diyen o da değil.
Bir çok arkadaşım benzer şeyleri öğütleyip duruyor yıllardır.
"Ben bazı şeyleri yapmamak için üniversite bitirdim" dediğimde "kendini beğenmiş", "ukala" ve "bir bok olma heveslisi" damgası yiyorum.

Ancak gerçek şu ki, ben zaten kocaman bir bokum!


İnsanların parasını hakedebilmek için işimi layıkı ile yapmam yeterli (olmalı), bunun için titrek bir fahişenin çantasını arabasının ön koltuğuna kadar taşımak zorunda hiç hissetmedim.
Aç kalacak da olsam (anneannemin büyük konuşmamak gerektiği yönünde söyledikleri aklıma geliyor) kimsenin önünde yerlere kadar eğilip; el, etek öpemem; tatminsiz ruhları okşayamam; buruşmuş taşakları havalandıramam...
***


Devrin Adamları

Bahariye' de kokoş bir kız gördüm. Yanında ona "sahip olmanın" gururu ile yaylana yaylana yürüyen oğlana "aşkım insan bir köpek için ağlar mı ayol? yaneee?" diyordu.

Sanırım çocuk bu suçu işlemişti ve onun için bu fazlaca duygusaldı (bkz. top).
İçimden yanına gidip neler demek geldi bilseniz...

Tırnağı kırılsa hüngür hüngür ağlayacağından emin olduğum bu küçük hanım, köpek için ağlamanın acizliğinden bahsediyordu.


Sonra düşündüm.

Maalesef bu toprak, bu zekada ve algıda insanlarla doluydu.
Elbette bir istikrardan bahsedilemezdi bu gibi insanların arasında.


En yakınlarımda bile duyarak büyüdüğüm bir laftı:
Para gelsin de, nasıl olursa.
İşte böyle bir haldi insanların içinde bulunduğu.


Ahlak bacakların arasına hapsedildiğinden, ağızlar, eller ve zihinler özgürce ahlaksızlık üretebilirdi.
Sansür bu bölgeleri kapsamıyordu.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Hayvana Tecavüz


Son günlerde artan hayvan tecavüzü haberleri, beni tekrar bu konuyu düşünmeye sevk etti.

Zoofili ya da zooseksüelite

Hayvanlarla cinsel ilişki bağımlılığı olarak adlandırabileceğimiz durum vicdani ve ahlaki boyutunun yanında ciddi bir seksüel psikopatidir. Zoosadizm denen bir başka psikopati hali de havyanlarla cinsel münasebet bağımlılığına ek olarak, hayvan vücuduna uygulanan acı verici faaliyetlerden zevk duyma durumudur.

Dünya çapında ele alındığında hayatında en az bir kez hayvan ile cinsel münasebette bulunanların topluma oranı, erkeklerde %8 kadınlarda ise %3.6’ dır (ref. Kinsey raporları). Bu oran kırsal bölgede yaşayanlarda % 40-50 oranına kadar yükselebilmektedir.*

Kanada, Hollanda, Yeni Zelanda gibi bazı ülkelerde hayvanlar ile cinsel ilişkiye girmek kanunlar ile yasaklanmışken, Belçika ve Almanya gibi ülkelerde hayvanlarla cinsel ilişkiye izin verilmekte ancak hayvan odaklı pornografi yapılması yasaklanmaktadır.

Hayvanla cinsel ilişkiye girmek, edilgen durumda cinsel ilişkiye zorlanan hayvan için vahşice ve insanlık dışı sonuçlar doğururken, zoonoz¹ hastalıkların insanlar arasına geçişini de kolaylaştıracak, yani bir anlamda hastalık saçacak insanların vektör olarak topluma karışmasına sebep olmaktadır.

Zoofili, eylemi yapan kişi açısından psikolojik anlamda incelenirken; tecavüzün mağduru konumundaki hayvan açısından davranışbilimsel, psikolojik ve –maalesef- cerrahi alanlarda olumsuz sonuçlar doğurmaktadır.

Kişileri bu eyleme sevk eden ruh durumu bir yana bırakıldığında, hayvanlarla cinsel ilişki tür gözetmeksizin yayılmaya devam etmektedir.
“Tecavüze uğramış köpek” haberlerinin yaygınlaşması bir yandan vakaların fazlalaştığını işaret ederken, diğer yandan da – iyi bir haber olarak- konuya duyarlılığın arttığını göstermektedir.


Tecavüz ve Kurbanları

Tecavüz kurbanı hayvanların akıbetleri, insanlarınkilerle paralellik göstermektedir.
Tecavüz küçük bir kız çocuğu ile bir sokak köpeği için benzer şeyleri ifade eder. Bunlar fiziksel ve zihinsel acı, utanç ve izolasyondur. Tecavüze uğrayan bir köpek cerrahi anlamda hasara uğrayacak, zorla cinsel ilişkinin getirdiği acıyı hem nesnel olarak hem de psikolojik olarak bünyesinde taşıyacaktır.

Ciddi tecavüz olaylarında organ deformiteleri ve masif kanamalar hayvanın yaşamını tehdit edebilmektedir. Veteriner hekimler organik hasarı giderebilseler de, zihinsel travmanın izlerini silmek pek de kolay olmayacaktır.

Tecavüz mağduru hayvanlar – tıpkı insanlarda olduğu gibi- post-travmatik sendromlara adaydırlar. Bunlar depresyon geliştirme, kaygı, yaygın anksiyete hali ve izolasyonu içerir. Hayvan, travma sonrası stres bozukluğunu, içine kapanma ve kendini soyutlama olarak gösterebilirken, tam tersi, artmış agresyon ve nedensiz saldırgan davranışlar hayvanın ve çevresindekilerin yaşamlarını tehdit eden boyutlara varabilir.

Anlaşılabileceği gibi, hayvanlarla kurulan cinsel ilişki psikolojik, sosyolojik, hukuki ve tıbbi boyutlarda ele alınabilmektedir ve hangi perspektiften bakılırsa bakılsın yadsınamaz bir bozukluğun dışavurumudur.


¹ Zoonoz: Hayvanlardan insanlara geçen hastalıklara verilen genel isimdir.

*Konu ile ilgili –ve tüm hayvan hakları istismarı içeren- vakaları güncel olarak pet-abuse.com adresinden takip edebilirsiniz.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Dolar Milyoneri


Bir arkadaşıma, başka bir arkadaşımdan borç aldığımı söylüyordum geçenlerde.

Nedenini -havalı ifade emiş olmak amacıyla- "aniden nakite ihtiyacım oldu" şeklinde açıkladım. Bu ifade fazlasıyla etkili olmuş olacak ki arkadaşım "yaa üzüldüm, paralarını yatırım hesabında tutuyorsun tabi, değil mi?" diye sordu.

"Paralarım..? E-e-e-evet, paralarım. Öyle...".

Bono, hisse senedi, tahvil...

Bu terimleri sadece ismen duyduğum ancak ayrıntıları hakkında en ufak bilgim olmadığından, hata payı düşük, yuvarlak bir cevap vermek durumundaydım.

"Ya tabii, bir miktar var işte de, malum nedenler...

Çekemiyor insan ha deyince!"

Ne demek istediğimi kendim bile bilmezken, o cümlemi gayet açık anladığını desteklercesine kafa salladı "ya, ya..."
"Eeee... Nasıl buldun peki onca parayı borç olarak?"

Onca para sandığı şey 200 TL idi.

***
Bir anda ciddi bir uyanış yaşadım.

Arkadaşımın bakış açısına zihnimi aktarığımda durumu farkettim.

"Onca para" diyordu. Çünkü benim ufak bir para için borç aramak durumunda kalabileceğimi düşünmüyordu bile.

Çünkü onun gözünde ben işyerimi üç yıldır ayakta tutabilen ve "krizin teğet geçtiği" bir doktordum.
Halbuki ihtiyacım olan sadece 200 TL para idi. Çünkü kiramı ödeyememiştim. Eksik kalmıştı.

Onun zihninde ise ben "paralarım" la bankaları fetheden ancak "aniden nakite sıkışmış" bir iş adamıydım.

***

Oturup hesap yaptım.

İşyerinden 5 birim para kazanıyorum.
1 birimi ev kirasına gidiyor.

1 birimi işyeri kirası ve vergiye.

1 birimi ilaç alımı ve faturalara.

1 birimi sigorta, muhasebe, sarf malzeme alımı ve ekstra giderlere.

1 birimi ise evin gıda ihtiyacını karşılıyor.


Ne kalıyor?

Sıfır birim.

Ben bu sıfır birim ile sosyal hayatımı düzenliyor, tiyatroya gidiyor, giyim, elektronik vb ihtiyaç alımlarımı yapıyor, tatile çıkıyor, seyahat ediyor, hayvanlarıma bakıyor, ailenin sağlık giderlerini karşılıyorum...

Evet kalan sıfır birimle.

Aylık maaşının ev kirasını karşılamadığı bir ülkede yine de şanslı mıyım?


Şanslıyım.

16 Nisan 2010 Cuma

I Lovve Nuclear





ilovvenuclear.com

6 Nisan 2010 Salı

Top Ozan


"Küçüklüğümden beri çoğu zaman
insanları düşünmeye sevk etmiş,
kıskançlık hezeyanlarını dindiren
nöroleptik olmuştur bu düşünce."



Oyuncak silahım olmadı.
Yanlış hatırlamıyorsam bir kez anneannem aldı ancak oynanmadan durdu dolabın üzerinde.

Maytap, kızkaçıran, torpil...
Pek beceremezdim.
Bir tek üzerine taşla vurunca çat çat ses çıkaranları bilirim.
Mahallenin çocukları metre metre alıp bir anda tutuştururken, ben onları tek tek taşla ezip şaşırırdım;
"nasıl vurunca böyle yanıyor bu yaa?".

İşte kafamdaki ampul bu soruyla yandı.

Her şeyin sebebini sorgulamaya başladığımda beş yaşında filandım.

Önceleri toprağa ektiğim kuş yemlerinin suyu çekince büyüyüp yeşil olduğunu düşünür ama yaprak şekline nasıl dönüştüğünü anlayamazdım; sonra biyolojiyi keşfettim.
Dolabımda futbol topu yerine ıslak pamuklara sarılmış fasulyeler ve nohutlar doluydu.
Kapağı kapalı dolapta birden bire kocaman oluyorlar ancak yaprakları büyümüyordu.
Aynı çivi topuklar giyip Cadde' ye musallat olan türbanlılar gibi duruyorlardı.
Güzel bir sarışın için güneş şarttı. Balkondaki fasülyeler yeşil, dolaptakiler sarı-beyazdı.

Akvaryumdaki balıklar soğukta daha az yemek yiyordu.
Pencereye bakan tarafı yemyeşil oluyordu bir de akvaryumun.

Dizimi merdivene vurduğumda önce kızarıyor, sonra morarıyor ve en son olarak da sararıyordu.
Yaralar ya kanıyor ya da saydam bir su salıyorlardı, bazen de "iltihap" (annem böyle diyordu) olup kokuyorlardı...

Aman tanrım!
Dünya çok karmaşıktı.
Öğrenmem gereken "aşırı şey" vardı.

***

Tek ilgim fen değildi.

"Zaman geçiyor"du.
Sürekli kalemimi kaldırıp bırakıyordum.
Her sefer farklı şekilde düşüyordu.
Hemen geçmiş oluyordu yaşanan an ve asla aynısı oluşturulamıyordu anın.

Zaman algısını bir film sahnesi ile çok net kavramıştım.
Çekirgeyi taklit eden robot zıplarken onu eziyor, sonra da sahibine "hadi parçalarını birleştirelim, onu tekrar hayata döndürelim" diyordu.
Sahibi ise "o öldü" cevabını verip gidiyordu.

Ölümle yaşam iki titreşimin arasıydı sanki.

Filmin verdiği ateşle, bu uğurda on-on beş karınca öldürmüştüm. Yani "zamanın geri gelmezliği"ni kanıtlamak için kendime.
Gelmiyordu.
Çünkü ölünce, "ölüyordu".

Yıllar sonra dedemi kaybettiğimde, geri geleceği umudunu hiç taşımadım bu yüzden.
Cennet bahçelerinde meyve kokladığı avuntusunu da.

***

Hayat çok karmaşık hal alıyordu.
6 yaşıma gelmiştim ancak hayata dair hiçbir şeyi çözemiyordum.
Beynim patlayacak gibiydi.
Ada' yı gören evimizin ahşap tavanını hatırlıyordum. Kerestelerde yuvarlak siyahlıklar vardı. Babam "onlar dal izi" diyordu. Dümdüz tavanda dal ne arıyordu? Neden bizim tavanımız için ağaç öldürüyorlardı? Sapık mıydı bunlar?

Zaten katil ruhlu annem sürekli tavukların bacaklarını koparıp yemem için önüme koyuyordu! Bir de beyin salatası. Yack! "Çok yararlı"ydı sözde. İğrenç bir tadı vardı. Hayvan ömrü boyunca sadece acı çekmişti o beyinle, ailesini görmemişti hiç, hergün ölümü beklemişti... Doğal olarak acıydı beyninin tadı, iğrençti.
Ağzıma zorla ve kaşık kaşık ezilmiş beyin giriyordu...
Ooooof!

***




Annem yemek düzenimi değiştirdi.
Köfte yiyordum. Köfte cesede benzemiyordu.

Yeni meraklarım ev eşyalarıydı.
Çaydanlık kaynayınca kapağını havaya atıyordu. Bir süre sonra içinde su kalmıyordu.

"Aman tanrım buharlaşıyor!"

Artık 6 yaşıma basmıştım ve zekam artmıştı. Anlıyordum yavaş yavaş... Hatta bu bilimsel (!) deneylerim sırasında kaynar çaydanlığı üzerime döküp ikinci dereceden yanmıştım.

Dünyayı anladıkça, önceden kapıldığım dehşet duygusu yerini heyecana bıraktı.

Her şeyin kesin bir açıklaması, formülü ve çaresi vardı.

Hatta bu geri zekalı düşünce ile neredeyse on yaşıma kadar "eğer istemezsem ölmeyeceğimden emin" olarak yaşadığımı itiraf edebilirim.
Çünkü "-sanırım- ölüm bir zayıflık"tı. Kendini salmaz ve teslim etmezse kimse ölmezdi.
Bunun da yalan olduğunu sokakta ona yuva yaptığım ufak kedi -o denli yaşamak isterken- ölünce anladım.

Meraklarım durmak bilmiyordu.
Ki daha geçen yıl Turkcell 3G hizmetinin "merak ne güzel şey, ne güzel şey merak" sloganı ile tanıtılmasına kadar bu toplumda merak hakkında söylenen tek söz "kedinin başına ne gelirse meraktan" olmuştur.

Doğal olarak 15 yıl önce meraklı bir erkek çocuğu olmak gerçek bir "top"luktu.
Hala da öyledir.

"Karıya kıza merak", "alkole merak", "eğlenceye merak" sindirilebilir durumlarken, "ota, boka, böceğe..." ve "düşünmeye" merak (bkz. deli) hiç hoş karşılanmaz.

Halbuki bokun, muhteşem bir düzeneğin ve şaşaalı bir biyolojinin tecellisi olduğunu ben 7 yaşımda anlamıştım.

Örneğin domatesi kabuğu ile salataya koydularsa asla yemezdim.
Çünkü -bence- kabuğu hiçbir işe yaramıyor, boşuna dişlerimi yoruyordu.
Neden mi yaramıyor? Çünkü ne zaman yesem kabuklar aynen çıkıyordu.

(Bunu anlattığımda "ayyyy yıvrançççç" diyen salak kızların hepsi lise bile bitiremeden evlendi, ilgiyle dinleyen tek bir tanesi şu anda doktor.)

Oturup ders kitaplarını okumaya başladım.
Millet "sürekli ders çalışıyor" diyordu ve gerçekten büyük bir "top"luktu.

Çünkü kızların memeleri yeni çıkmaya başlamıştı
ve bir arkadaşımın tabiri ile "artık mıncıklanabiliyor"du.

Aslında ders de çalışmıyordum. Ders kitaplarını okuyordum.
Çünkü bir sürü merak ettiğim şeyin açıklaması orada vardı.
Hatta hayal kırıklığına da uğramıştım.
Su kaldırıyor, iki yandan çekilen şey sabit kalıyor, arabadaki sinek cama çarpmıyor, aynalar yansıtıyor, kurbağalar yumurtluyordu.
Zaman hala üzerinde düşünülen bir şeydi.
Ama onun da felsefesi benden yüzyıllar önce yapılmaya başlanmıştı. Heyhat!

Benim kaç yıldır deneyerek bulduğum bir ton şey çoktan bulunmuş, kanunlaşmış, üniversitelerde öğretiliyordu. Zaten her şeyin en iyisi üniversitede öğretiliyordu. Üniversiteler benim gibi manyaklara (ve genelde toplara) normal olduklarını göstermek için kurulmuşlardı.

***




Yaşım ilerledikçe estetik anlayışım gelişmeye başladı.
İşte şimdi tam bir "top" oluyordum.

Annem kilo alınca siyah giymeyi tercih ediyordu. Daha zayıf gösteriyordu ve hatları gizliyordu. Zaten ışığı da en çok o emiyordu.
Offf siyah bir harikaydı ve kesinlikle kırmızı ile birlikte muhteşem bir uyum sergiliyordu.

Tüm kadınların saçları sarı olmalıydı ve etek giymek zorunlu tutulmalıydı.

İnce topuklar yürünmesi daha zor olsa da bacakları çok zarif gösteriyorlardı.
Boyunlarda fular o kadar şık duruyordu ki, erkekler bile takmalıydı.

Şifon muhteşemdi.

Yakası dar giymek benim gibi utangaç (utangaç erkek çocuğu=top) çocukların işiydi. Bilhassa kadınlar kesinlikle boyunlarını açmalıydı. Bu onları daha narin gösteriyordu.

Fular, şifon, zarif, şık, narin... Allah' ım gerçekten "top" oluyordum. Bunlar nasıl kelimelerdi?
Arkadaşlarım "ananı sikerim" diyorlardı mesela en çok, "şık" ya da "zarif" değil.

***

Bir kızdan hoşlanıyordum.
Kız geçen haftaki beden dersinde ters takla atamadığım ve futbol oynamadığım için benim top olduğumu düşünüyor, beni ciddiye almıyordu.

Orta okul beden eğitimi hocam, "yenilenen okulun molozlarını bize taşıtma ahlaksızlığı" nı yaparken, bana "hadi bakalım yük taşıyor Ozan, bugün erkek oluyorsun" diyordu.

Benimle derdi "ben fen seviyorum, maymun gibi kafamın üzerinde dönemedim diye notumu kıramaz, okul birincisi olacağım" dediğimi duymuş olması olabilir.

Zaten yüz epilasyonu yapmıyordu sanırım, hep kırmızı rujunun üzerinde bıyıkları var gibi duruyordu ve estetiğin "e"sinden haberi yoktu.
Olsa o pis spor ayakkabıları değil, şık bir şeyleri tercih ederdi, -di, -di, -di...

Hoşlandığım başka bir kız, arkadaşına "uf bırak salağın teki, işi gücü ders çalışmak, bir de münazaralara katılmak" diyordu.

Kızları baştan çıkaramıyordum (top).
Yüzüm kıpkırmızı olana kadar, eteklerinin altına koyduğum aynayı izlemiyordum çünkü (top). Sanırım rahatsız olmuş gibi davransalar da bunun yapılmasından hoşlanıyorlardı.
Zira çoğu, bunu yapan erkeklerle birlikte oluyorlardı.

Geçenlerde bu kızlardan birine rastladım. Yanında eşi vardı. Selamlaştık sadece. Zamanında beni beğenmeyen prenses öyle bir adamla evliydi ki; işyerime tuvaletleri temizletmek için bile almayacağım çok net. Konuşma korkunç, ses tonu, ayakkabılar, eller... Oh my GOD!

***




Lise geldiğinde saygınlığım artmaya başladı. Orta okulda adım anons edilmişti çünkü. Başarılıydım. Kanıtlamıştım.
Ayrıca yaş itibarı ile "çılgınlıklar" a açık bir döneme girmiştik.
İnisiyatif kullanan erkekler vardı lisede, birini beğenirken, bir işi yaparken vesaire.
Ama yine de "top"tum/tuk.

Dans etmek çok önemliydi mesela. Ama bu kocaman bir topluktu hala.
Halbuki üniversitede dans seven erkekler tercih edilecekti ama lisede bunu bilmemin imkanı var mıydı?

Evimi kızlar arıyordu ve sevgilim değillerdi (top).
Böyle bir şey olabilir miydi?
Bir kız sadece tahrik unsuru ve sahiplenilecek, okul çıkışı uğruna kavga edilecek (neden ulan kız savunamıyor mu kendini?) bir meta idi.
Ben ise onlarla arkadaşlık ilişkisi kurabiliyordum (oh my holy "top").
Bu arada kızların büyük bir kısmı kendilerini mal gibi gören erkeklerle "çıkıyorlardı" bu da ayrı.
Neyse ki o dönem entelekt sahibi bir kız buldum da beni sevdi.

***

Maraton yön değiştirmişti.
Okulda benim deneylerimin ruhundan eser yoktu. Sürekli ezberletiyorlardı ve ben ölümüne reddediyordum.
Başarım yerlere düştü.
Bilimin ezber olmadığını kimseye gösteremeyeceğimi farkedince "modacı olacağım", "fotoğrafçı" olacağım demeye başladım. Ama içlerinde hiç biyoloji yoktu. Hayvan yoktu. Böbrek, dalak yoktu...

Modacı lafı yükseldiğinde artık kendim de geri dönülmez bir top olduğumu kabullendim.
Bu kadarı cidden fazlaydı.
Orospu bir travesti olmama ramak kalmıştı insanlar nazarında artık!
(Orospu diye belirtmek istedim çünkü tüm travestiler orospu değildir.)

Neler istiyordum?
Sanat (top), el becerisi (top), kediler ve köpekler (top or deli), biyoloji (salak).
Tamam.

...






Şimdi dönüp bakıyorum.
İyi ki "top" olarak yetiştirilmişim.

"Saldım çayıra, mevlam kayıra" formunda yetiştirilen akranlarım okuyamadı,
hapse girdi,
esrara alıştı.

Kötü son görmeyenler istediklerini yapamadan ya da istedikleri yere gelemeden kaldılar.

"Top" erkekleri sevmeyen kızlar "kazma" gibi "herif"lerin ter kokusu ile uyumaya mahkum edildiler.

Ben bu yaşıma kadar istediğim her şeyi yaptım.
Okulun en çalışkanı ve en tembeli oldum;
işyeri açtım;
yemek yapmayı öğrendim (top);
bulaşık da yıkıyorum (top kek);
yırtık pantolon ve şort giydim (eti puf);
saç uzattım ve küpe taktım (kaltak şirine (haha bu şekilde hep köpeğimi seviyorum, buraya eklemek istedim));
istediğim eğitimi aldım (ve alıyorum)...

Bir tek dünya seyahatini yapamadım.
O da tamamen sıkılıp işyerini kapattığımda olacaktır muhakkak.

Özgür ve yaşıma göre başarılı hissediyorum.

"Ozan çok akıllı ama biraz kibar çocuk annesi" derlerdi hep. O "ama" ne ise (top). Şimdi ise "Ozan çok akıllı ve kibar çocuk annesi" diyorlar.

Hep "Oxford' a mı gidecek/sin? Nedir bu çalışma?" tenkitleriyle büyüdüm.
Halbuki ne güzel olurdu gitseydim, yanılıyor muyum?

Şarkı söyledim (top), dans ettim (topik), şımardım (topiş), kahkaha attım (topoş), "karı gibi" ağladım (tortop)...

***



Siz siz olun, çocuğunuz bunları yaptığında tenkit etmeyin, edene de taviz vermeyin (bkz. annem).

Her konuda cesaretlendirin ki, hangi konuda özelleşeceğini bulsun çocuğunuz.

Duygularını kontrol altında tutmayı cinsiyet ile bağdaştırmayın ("sen kızsın yakışmaz", "sen erkeksin olmaz"...). Çok rahatsızsanız toplum adabıyla bağdaştırın.

Çocuğunuz televizyonu açıp karşısında dans ediyorsa bunun nesi kötüdür?
Belki de imaj bakımından "zavallı" konumdaki ülkemizin ismini duyacaktır birileri, onun sayesinde.
Bunu (dans işini) sokakta yapıyorsa "karı mısın sen?" değil, "burası sokak oğlum, insanlar rahatsız olabilir" deyin.
Böylece hem kibar olmayı öğrenecektir hem de dans etmeyi.

Ancak ne yaparsanız yapın, yine de o okulunda bir "top" olacaktır.
Çünkü çocuklar çok acımazsızdırlar ve şekilci.
Bunu önemsemeyin.
Gerçek başarılar "okulda top olan" küçük çocuklardan çıkar
ve
en donanımlı eşi onlar bulurlar.

Emin olun.
:)

*

Haaa, bir de bonus:
Bu "top"lar çok iyi yabancı dil konuşurlar.
Yadırganma kaygısını küçükken yendikleri ya da hiç barındırmadıkları için "what" a, "vıhat" demezler.
("Tüm ömürlerini diğer akranları gibi cendere içinde, aile, toplum vb baskısı altında geçirmezler" e metafor olarak söylenmiştir.)

Estetikten -genelde- anlarlar.
Kadınları mutlu etmeyi daha iyi bilirler doğal olarak.

"J" harfini de severler ve Fransızca' ya bayılırlar.

:)

Netice?

Yaşasın topluk!


Bir de destek talebi ekleyeyim: http://bizerkekdegilizinsiyatifi.blogspot.com/