28 Ekim 2009 Çarşamba

Ahlak


Az zaman kaldı.

20 Ekim 2009 Salı

Seni Sevdiğimi Bilmiyordum



Bienal' in kuytu bir köşesinde, birden bire ortalıktan kaybolan aşkını arayan, onun ayak izlerine rastlamak için kendini İstiklâl Caddesi' nde dolanırken bulan bir çaresizin haykırışlarını duyuyorsunuz.

Bu çaresiz aşık kimi zaman bir travesti oluyor kimi zaman genç bir kız.

Hepsi aynı şeyi arıyor.

Aşkı...

ve onu özgürce yaşama hakkını.

***


"Biricik sevgilim,

Seninle konuşmak için bir kez daha duruyorum.
Bu sefer İstiklal Caddesi’nde.

On bir gündür yorgun argın yürümek beni bitirdi.
Bu ayakkabılar böyle ağır muamele görsün diye yapılmamış ki!

Başta senin yine ortadan kaybolmuş olmanın yanında; diğer yorucu sıkıntılardan hiç bahsetmiyorum bile.
Seninle konuşmak için bundan başka yolum yok.
Ziyaretlerini kestiğinde seni biraz rahat bırakmam gerektiğini düşündüm.
Telefonlarıma çıkmamaya başlayınca, belki yazışırsak kendimizi daha açık ifade edebiliriz dedim.
Sen e-mail göndermeyi de bırakınca, daha az söze razı oldum.
Ama sen artık mesajlarıma da cevap vermeyi reddedince, beni duyarsın umuduyla sokaklarda gezmekten başka ne yapabilirim bilmiyorum.

Nereye gittin tatlım?

Seni merak edeceğimi biliyor olmalısın.

Yoksa ayrılıp gittin mi?

Bana haber ulaştırmak için bir yol bulamaz mısın?

Son görüştüğümüzde benim mekansızlığım dediğin şeye kızgındın.
Nerede olduğum, nereye gittiğim konusundaki kararsızlığıma.
Asla bana aitmiş gibi durmayan bu şehirde neden kalmak istediğimi anlamadığını söylemiştin bana.
Biliyorum, sanıyorsun ki bu yüzden sessizliğim, dairemdeki jakuzileri kapamam, sokakta sana dokunmamam…

Hepimiz dış çevremizin bir ürünüyüz, demiştin, başka bir şeyin değil.
Benim de kendi çevremden kaçmayı bırakmam gerektiğini söylemiştin.

Beni tatlı bir şekilde yanağımdan öpüp, belki de eve gitme vaktim olduğunu söylemiştin. Sanki ben evimin neresi olduğunu bilmiyormuşum gibi!

Dış çevre diye birşey yok, hepsi bu.
Çevre dediğin sana bir şeyler verir ve bir şeyler alır.

Benim herhangi bir şeyden kaçabileceğimi sanacak kadar saf olduğumu mu sanıyorsun?
Tek kaçış yolu teslim olmak ve teslim olacak olsaydım bunu yapmak için dünyayı geziyor olmazdım.

Nereden geldiğimizi anlamak istiyorum ki nereye gitmemiz gerektiğini anlayayım.
Bu neden senin için bu denli bir tehdit oluşturuyor?


Senden bir hafta haber alamadıktan sonra, annemle babamın Kadıköy’deki evinden sabahın erken saatlerinde ayrıldım.
Annemin sorularıyla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.
Gözden ırak dönülden de ırak olur derler, doğru değil ama.
Ne gözlerimden ne de kalbimden uzaksın sen, annem ise halimi hem anlamıyor hem de şüpheleniyor benden.
Yürüyüşe çıkmak istedim, kafam açılsın diye.
Başka yüzler görmek, seninkini de kafamdan atmak istedim.
Ama dışarı çıktığım gibi seni arar buldum. Evden vapura, Karaköy’e geçerken, ta İstiklal’e kadar.

Ondan sonra hergün evden kalktım, sokaklarda seni aramak için evden çıktım.
Başta her gün başka bir yoldan gidiyordum, nereye gitmiş olabileceğini tahmin etmeye çalışarak, geride bıraktığın kağıt parçalarında bulduğum ipuçlarını takip ederek. “Esra, 11.00, Mis Sokak’ın köşesi.”
Sonra Küçük Bayram Sokak’ta bir toplantıyla ilgili bir not buldum paltomun cebinde.
Sonra, notlar bittikçe kendimi beraber yürüdüğümüz yolları takip eder buldum.
Evden Karaköy vapuruna, Necatibey’den yukarı, İtalyan Hastanesi’nin ve Firuzağa’nın önünden, dar sokakları dolandıktan sonra parkın önünden, Alman Hastanesi’nin arkasından, Pürtelaş’tan aşağı, sonra Ülker sokak’tan yukarı Taksim’e, İstiklal’in hepsini yürüyüp, başladığım yere geri dönüyordum.

Her gün aynı yolu takip ettim, beraber gezdiğimiz o sokakları tekrar tekrar ayaklarımın altında çiğneyerek.
Her gün, ayaklarımı kaldırma daha da sert bastım, senin ayak izlerini kendim oluşturmaya çalışıyormuşcasına.

Betona bir harita oymaya çalışıyormuşcasına; beni sana geri götürecek bir harita.

Bana bir keresinde sevdiğim kadar sevilmeyi beklediğimi söylemiştin.
Ama yanılıyorsun, kuru olan ille de nemlenmeyi arzulamaz, asıl arzuladığı kendi başına hareket etmektir- suya doğru, veya sudan uzağa- yağmur gelse de gelmese de.

Bana aşkın bir duygu olmadığını, önce duygunun ortaya çıktığını, sonra aşkın ne olduğunu öğrenmek için o duygunun yaşanması gerektiğini söyleyen sendin.
Ancak o zaman daha derin bir noktaya ulaşabiliriz demiştin.

Öyleyse neden vazgeçtin, sevgilim?
Neden ille de kök salmalıyız?
Hayatımızın bizi şu anda hayal bile edemeceğimiz bir yere taşımasına neden izin vermeyelim?

Birbirimizi son gördüğümüzde bana çok fazla düşündüğümü ve yeterince konuşmadığımı söylemiştin.
Siyaset ve gelecek hakkında, nerede para kazanacağımız ve ne zaman özgürleşeceğimiz konusunda.
Önemli şeyler hakkında konuşmayı bırakıp sustuğumuz an hayatlarımızın bitmeye başladığı andır demiştin bana.



Ve sevgilim, şimdi senin yokluğunda, haklı olduğunu görüyorum.
Tüm düşüncelerim senin düşüncelerin.
Tüm sözlerim senden öğrendiğim sözler.
Mücadelemize devam ettik ve edeceğiz.
Çok şey kazandık, çok bedel ödedik,çok acı çektik.

Aşkımızı saklamayacağız.

Ne yanlış ne de yalnızız.

Henüz bitmedi, mücadelemiz devam ediyor.

Ya örgütlen ya da aç kal.

Ellerini bedenimden çek.

Bir özgürleşme kanununa ihtiyacımız var.

Başka bir dünya mümkün.

Aşk örgütlenmektir.

Devrim benim kız arkadaşım.


İnsan bedeninde kapanamayan tek deliklerin kulaklar olduğunu söylemiştin bana.

Seni seviyorum ve sana yolladığım bu seslere şekil veren nefesim tükenene kadar bunu söylemeye devam edeceğim.

Yakında bir yerde olmalısın, tatlım.
Geçen bütün bu insanların arasında bir yerde.

Sen de önümden geçiyor olmalısın.

Beni duyacak kadar yakında mısın?"

Sharon Hayes


15 Ekim 2009 Perşembe

La Antena


"Sesimizi çalmış olabilirler, ancak hala kelimelerimiz var."

Bu cümle Jewel' in " ellerim küçük, biliyorum ancak senin değil, benimler..." dediği mükemmel şakısı Hands' i aklıma getirdi.


Şimdi düşünün ki, birisi çıkıp sesinizi çalmış.
Ağzınızı açıyor, konuşamıyorsunuz.
Müzik yok, sevgi sözcükleri yok.

İhtiyacınız olan her şey tek kişinin elinde.
Tüm ihtiyaçlarınızı paketleyip size sunuyor.
Her şey için ona muhtaçsınız, yaşama dair her şey...

Eğer düşünmek zor geldi ise veya söz konusu duyguyu oluşturamıyorsanız zihninizde, o halde "La Antena" yı izleyin

ya da birine aşık olun.

***

Filmde, çalıntı sözcüklerin baronunun çok güzel bir buluşu var.
Bu konuda onu takdir ettiğimi belirtmem lazım.

Bir çeşit tamir kiti diyelim.
Onu alıp "mutsuzluğunuz"a uyguluyorsunuz, "reparado" oluyor.
"Mutluluğunuz"la yaşamaya devam ediyorsunuz.

Yırtılmış aile portrenizi yapıştırıyorsunuz...

Sonra her şey, "reparado".

14 Ekim 2009 Çarşamba

Hediye



Geçenlerde çok eski bir sevgiliye, yazılmış bir e-posta buldum.

Düşündüm...

Paylaştım...

***

"Eskiden şehirli insanlar özel günlerde birbirlerine hediyeler verirlermiş.
Böylece özel günü daha anlamlı kıldıklarını düşünürlermiş.
Aslında esas hediye o günü hatırlamaktan geçermiş ya, işte, bu insanlar hatırladıklarını kanıtlamak için seçerlermiş bu yolu.
Böylece kendilerini tatmin, karşılarındakini mutlu ederlermiş.

Hediyeler bazen giyilir, bazen yenir bazen de bir yere konulup seyredilirmiş.
Bunlar nesnel hediyelermiş.
Yanyana olanların hediyeleri ancak böyle nesnel olabilirmiş.
Uzaktakiler ancak seslerini ya da yazılarını hediye edebilirlermiş birbirlerine.
O yüzden yazı bulunmuş, telefon icat edilmiş.
Hepsi insanlara sunulan hediyelermiş, amaçsa insanların hediye vermesiymiş birbirlerine.

Yıllar geçmiş.

İnsanlar tarihlere mi küsmüşler bilinmez, özel günler ‘özel’liğini yitirmiş.
Hatırlayanlar ya açık camdan atmışlar hediyelerini ya da e-posta adreslerinden.

Hikaye bu kadarmış, bitmiş.
Hediye bu sefer e-posta ile gelmiş.
Küçük bir sarkıymış hediye, dinlenmiş.
Sonra kalınan yerden yaşamaya devam edilmiş."

13 Ekim 2009 Salı

Doğruluk mu? Cesaret mi?


Biz küçük küçük çocukken bir oyun çok modaydı. “Doğruluk mu cesaret mi?”.


Oyunu hemen herkes bilir aslında. Bir kurban seçilir. Doğruluk mu cesaret mi diye sorulur. İki ucu kızgın değnek! Doğruluk dersin gidip “okulda kimden hoşlanıyorsun?” diye sorarlar. Ezilip büzülürsün, kıvranırsın. Sonunda “kimseden” diye cevaplarsın. Ne doğruluk kalır ortada, ne de oyuncuların tadı. Cesaret dersin olabilecek en absürd şeyi isterler. “Git hocanın çayına tükür” derler. Oyuna katıldığına bin pişman olursun, “ben oynamıyorum, kola almaya gidiyorum” deyip kaçarsın.

Bizim jenerasyonda bu oyun uzun yıllara yayılan bir hükümdarlığa sahipti. Yaşlar biraz ilerlemiş, yüzlerde tek tük sakallar çıkmaya başlamıştı. Hani şu “upuzun kızlar arasında pigme gibi dolaşan erkek çocuklar çağı”, onüç-ondörtlü yaşlar işte.

Bu dönemde ergenliğin kapıyı çalmasıyla tüm espriler, şarkılar, fıkralarda olduğu gibi oyunlarda da cinsellik ön planı almaya başlamıştı. Bir de doksanların “oynama şıkıdım”lı, “üç köşe yetmez karelere böl beni” li histerik müzik akımının da dönemin çocuklarına etkisi göz önünde bulundurulduğunda denebilirdi ki, “fırlamalığın” pik seviyede olduğu yıllardı o yıllar.
Biz o yıllarda ne zaman bu oyunu oynasak hep aynı seremoni yaşanırdı. Kızlar cesaret gerektirecek şeyleri yapmayı reddeden doğaları gereği hep “doğruluk” derler. “Hiç öpüştün mü?”, “epilasyon yapıyor musun?” gibi abuk ve hınzır erkek sorularına hep “hayır” cevaplarını vererek yalan söylerlerdi. Hatta bunu öylesine motor bir etki ile yaparlardi ki, neredeyse soru başlarken “hayır” kelimesi çıkmaya başlardı ağızlarından.

Erkeklere gelince olay tamamen rezaletti. Eline hırs alma fırsatını geçiren kız, “serde erkeklik var” diye gerim gerim gerinen oğlanın “cesaret” diyeceğinden emin olduğu için (doğruluk ne ola? Erkek dediğin cesur olacak, yiğit olacak…) hemen cebindeki kalıbı çıkarıp ortaya basardı.

“Bize nonoş taklidi yap!”

Bazen, ağzı bozuk kızlar kelimeyi “*bne”, daha cici kızlar ise “yumuşak” olarak telafuz ederler, ancak istekleri hep aynı olurdu.

***

Bir tatil günü geniş bir arkadaş grubu bir pikniğe katılıyorduk. Salıncaklar kuruldu, ipler atlandı ve en keyifli su savaşları yapıldı. Yapacak bir şey kalmadığı anda yine eğlence “doğruluk mu cesaret mi” de kitlendi. Oyun her zamanki gibi başladı ve devam etti. Kızlar her sefer “doğruluk” seçip yalan söyleyerek sıralarını savıyor, erkekler de “cesaret” ışığında “nonoş” olup oturuyorlardı.

Bir-iki derken şişe tam önümde duruverdi. Kurban bendim. Önce formaliteden “doğruluk mu cesaret mi?” diye soruldu. İki ucu kızgın değnek dedim ya; doğruluk desem “korkak korkak Ozan ödlek hahaaaaaa” diyecekler, “cesaret” desem “hadi bize nonoş taklidi yap” diyecekler. İkisi arasında gidip geldikten sonra belki bir farklılık yapıp daha yaratıcı bir cesaret örneği isterler umuduyla “cesaret” dedim. Karşımdaki dört kızın gözleri aytaşı gibi parladı. Hemen kulaktan kulağa kararlarını aldılar ve;

“Bize yumuşak taklidi yap” dediler.

A-man tan-rım!

Artık iyiden iyiye klişe olan bu isteği zedelemek için “arkadaşlar ya bir kez de farklı bir şey isteyin, bakın karşıda on kişilik bir piknik grubu var, gidip onların masalarını dağıtayım ya da bak şu hamakta uyuyan kızın ipini keseyim…”.

Suratlar epekşiydi. “Hayır yumuşak istiyoruuuuz! Ne nazlanıyorsun? Hem bak demin Tolga kendi sırasında ne güzel yaptı, ondan önce Ersan da yaptı, Nevzat her sıra geldiğinde değişik değişik yapıyor hem de…”

Tam bir obsesyon sergileniyordu yine. Tanrım bu kızlar ne enteresan varlıklardı. Neden sürekli bunu izlemek istiyorlardı ki? Belki de sürekli ezilen, geri plana atılan ve ilerde de böyle devam edecek olan dişi kimliklerini, üzerlerindeki baskının kaynağı olarak gördükleri dominant cinsiyete yapıştırarak, “oyunca” da olsa hırs alıyorlardı.

Suç benimdi. Doğruluk seçerek biraz dalga konusu olacak ama küçük bir yalanla sıramı savacaktım. Şimdi ise aynı şeyi bininci kez yapmak zorunda kalmıştım. Neyse ki bu obsesif grup “nonoş”luğu sadece birkaç tavırla sınırlı gördüklerinden, bu taklide bir karakter yüklememiz gerekmiyordu. Tüm erkekler “n’abersin ayol” diyerek söz konusu taklidimizi bitiriyor, ardından ise, tatmin olan karşı grubun yerlerde kıvranırcasına gülmesini ve hakkımızda yetenek kıyaslaması yapmasını dinleyerek sıramızı atlatıyorduk;

“Emre bu işi kesinlikle harika yapıyor!”

“Aaa yok yok sen Mert’ inkini izlesen koparsın Emre neymiş?”

***

Aklıma bu oyunu getiren geçen gece Sinem’ le ingilizce sözlük karıştırırken karşılaştığımız komik bir olay oldu.

Evanescence’ in My Immortal şarkısında geçen bir kelimeye bakmak için sözlüğü eline alan Sinem ilk kez “labunya” diye bir kelime gördüğünü ve ne anlama geldiğini bilip bilmediğimi bana sordu. Ben de “neymiş karşılığını oku bakalım o zaman” dediğimde “passive male homosexual” yazıyor dedi. Önce gülüştük, sonra “akademik bir sözlükte neden bu kelime geçsin ki?” diye düşünerek, aklımıza gelen ve “male homosexual” anlamı taşıyabileceğini düşündüğümüz tüm kelimelere bakmaya başladık.

Sonuç tam bir faciaydı. Aynı sözlükte ablacı, as solist, balon, beş yıldız, beşlik, Bursalı, çocukçu, düğme, dümbelek, esnaf, hafız, halka, inek, kaygan, keçi, keriz, keskin, kırık, kırıtık, kova, kovan, kulampara, kuzu, lağımcı, luti, oğlan, oğlancı, parlak, sevici, şapçı, şişeci, tayinci, tekerlek, top, torba, tünek, veren, yatık, yavşak, yumuşak… ulaşabildiğimiz -aynı anlamda kullanılabilen- Türkçe kelimelerden birkaçıydı. Önce kahkahalara boğularak eğlendiğimiz bu durumun altında ya ciddi sosyolojik bir neden yatıyordu ya da bu sözlüğü bizim kızlardan biri hazırlamıştı ?. Bir dilde, anlamını kırktan fazla kelimenin karşıladığı başka bir kavram olamazdı heralde.

Sosyolojik kısmını çok deşmeden biz eğlenmemize devam ettik.

“Hadi şimdi 113. sayfayı açalım, bakalım alttan 4. kelime de passive male homosexual mi?”



Haydi! Yine oynayalım.

Doğluluk mu? Cesaret mi?

12 Ekim 2009 Pazartesi

Criminal (+18)


Saat 04:36

Mezbaha şu ana kadar cinayetlerine devam etti . Yaklaşık bir buçuk dakika sonra şu an gözümü yakan beyaz ışığın çok uzağında olacağım. Sağır eden makine gürültülerini duyamıyor, tenimde odanın soğuğunu hissedemiyor olacağım ve ayaklarımın altında kayan bant artık başımı döndüremeyecek.

Çünkü bir buçuk dakika sonra başımla gövdem arasından soğuk bir çelik geçmiş, vücudumu iki birleştirilemez parçaya ayırmış olacak.

Üzeri pas ve kan izleriyle bulaşık beyaz duvarlardan yansıyan yoğun ışık beynimin içine işliyor. Doğduğum gün gördüğüm sarı ve sıcak ışıktan çok uzak, kablolardan taşınıp ölümümü izlemeye gelmiş meymenetsiz, apaçık alçak bir ışık bu.

Dişlilerin gıcırtısı devam ederken gözlerimi bandın dışına çeviriyorum. Kanımı donduran görüntüler, beynimin muhakeme yeteneğinin devre dışı kaldığı, hiç bir felsefenin ya da süslü paragrafın etikliğini kanıtlayamayacağı bir kıyımın zihnime kazınan son kareleri oluyor.

Işığı görebildiğim ve rüzgarın bedenimi yalayışını hissedebildiğim şu son bir buçuk dakika, evvelce aynı mekanda yemek yediğim ve gece yaslanarak uyuduğum dostumun yürüyen bir platform üzerinde, sağ arka bacağından sallanıp, başı ve gövdesi arasından alçakça açılmış bir boşluktan kanını yere boşaltmasını izleyerek geçiyor.

Korku ya da hüzün duymuyorum. Karmaşık düşünce sistemlerinin tümünün sahibi, biliş düzeyinin tepe noktasında ve hatta tanrı silüetiyle yaratıldığı düşünceleri ile kendini yücelten bir türün, aslında bünyesinde “sadizm” barındırabilen tek canlı olduğunu görüp sadece kendilerinden tiksiniyorum.

Düşüncelerle birlikte ayaklarımın altında devam eden yol son rampasına giriyor. İlk kez bacaklarımın titrediğini hissediyorum! Ölümden mi korkuyorum? Hayır, hayır! Sadece bu kadar amaçsızca ölmek onuruma dokunuyor.

Derken…

Sağ bacağım tüm ağırlığımı taşıyamayacak, diz bağlarım kopuyor. Gırtlağımın tam önünde keskin bir batma ve bir sıcaklık..

Ciğerlerim havayla dolamıyor…


Saat 04:37

Günlerdir parmaklığıma dayanıp beni burdan bırakmaları için haykırıyorum.

Son olarak, sağ duvara asılı su deposunu devirdiğim için dört gündür susuzum.

Dilimi ağzımın içinde oynatırken zorlanıyor, gözlerimi uzak noktadaki objelere odaklayamıyorum.
Elbette hiçbir yoksunluk hali, ailemi yeşil yaşam alanımda bırakmanın verdiği acıyı veremiyor. Memelerimi, yarı çıkmış dişleriyle çekiştiren bebeklerimin soğuk toprak üzerinde yemeksizlik ve annesizlikten can çekişerek yok olduğunu düşünmek, infazımın çabuk gelmesi için dua etmeme sebep oluyor.

Atıldığım tel kutunun kapısını açıp beni kirli ellerine alan bu insan, günlerdir kanayan ve çürümüş yumurta gibi kokan yaramın üzerini tek tırnağıyla kanırtarak küfrediyor. Kendisinin düşünce sisteminden ve tümden varlığından tiksindiğim için canımı acıtabildiğini ona belli edip sadist hazlarını tatmin etmek istemiyorum.



Ah! İşte beklediğim darbe! Beni yere atıp, kuyruk sokumuma dev bir tekme savurdu. Sanırım omuriliğim kopmuş olacak ki arka bacaklarımla direnemiyorum. Devasa büyüklükteki ayağını göğsüme bastırıp, başımı elleri arasına alıyor. Kırılan kaburgalarımın çatırtısıyla birlikte, yerini tam olarak belirleyemediğim ve üstümde tepinen insan(!) türünün dayanamayacağı cinsten bir sancı hissediyorum.

Sol eline bir bıçak alıyor. Gösterdiğim çırpınma reflekslerinden rahatsız “neden sorun çıkartmadan geberemiyorsunuz siz” diyen bir bakış atıyor ve bıçağını vajinamın tam önüne saplıyor.

On beş gündür göremediğim çocuklarımın yanına gitmenin keşke daha acısız bir yolu olsaydı diyorum.

Dilimi bilmeyen adam çığlığımla daha da tahrik oluyor ve bıçağı vücudumun üzerinde gezdirip açtığı aralıktan ellerini sokarak yıllardır bana ait olduğundan emin olduğum ve taşımaktan gurur duyduğum postumu gurursuzca üzerimden sıyırıyor.

Evet! Beni canlı canlı yüzüyor!

Tüm vücudumda ateş gibi bir yanma ve bilincimi yitirmeme sebep olan bir ağrı hissediyorum.
Ancak hala nefes alabiliyorum, evet nefes…

Üç oğlumun yanı başımda bir kökü kemirdiklerini görüyorum. Bir diğeri etrafımda koşarak yaban çileği yuvarlıyor.

Kendime bakıyorum; onları taşıdığım oda darmadağın… Olmaması gelektiği gibi…


Saat 04:38

Dışı yüzlerce wattlık ampullerle aydınlatılmış, şaşaalı binamın bodrum katındaki kafesten alınıyorum.

Öğlen vaktinde getirildiğim bu kurumun çok sıkı bir çalışma prensibi ve misyonu var. 7/24 türdeşlerimi öldürerek insanları mutlu ediyorlar. Ana binanın giriş kapısında da 7/24 mesai yaptıklarını gösteren bir ışıklı tabelaları ve her saat insanların şikayetlerini dinledikleri bir telefon hatları mevcut.



Ensemden büyük bir güçle asılan adam tüm hırsıyla beni çelik masanın üzerine savuruyor. İnsanların arasında uzun yıllar yaşadığımdan dillerini az çok anlayabiliyorum. Birisi beni öldürmek için doktora ihtiyaç olduğunu savunuyor, diğeri bu basit iş için kurumun kalifiye elemanlarını rahatsız etmenin gereksiz olduğu kanısında. Ama hemfikir oldukları tek bir şey var ki, o da beni bir kaç dakika içinde öldürmeleri gerektiği.

Telefonu eline alıp bir şeylere kafa sallayan ikinci adam, eliyle arkadaşına onaylama işaretini yapıyor. Ensemdeki adam tek eliyle, kafamı çelik masaya bastırırken, diğer eliyle kolumu sıkıyor. Öteki adamın elinde orta boy bir enjektör koluma doğru yaklaşıyor.

Olanca gücümle çabalayıp kafamı kurtarıyor ve ölmek istemediğimi bu anlama özürlü canlılara anlatmak için dişlerimi enjektörü tutan ele geçiriyorum.

Onu çok sinirlendirmiş olmalıyım ki bana o ana dek öğrendiği tüm küfürleri sayarken tam alt çenemin ortasına sert bir yumruk yerleştiriyor. Takiben, ardındaki dolabı açıp tek elim büyüklüğünde bir enjektör daha çıkarıyor. Enjektörü havaya kaldırıp boşluğa doğru pistonu çekerken, zevkin en büyük dilimini ağzında çiğnercesine sırıtıyor.

Adam, içine boşluğu çektiği iğneyi kaburgalarımın arasına tek hamlede sokuyor ve pistonu sonuna kadar ittiriyor. Her şey o kadar ani oluyor ki, vücuduma giren iğnenin acısını farketmeden göğsümde eşsiz bir sıkışma hissediyorum.

Görüşüm bozuluyor ve nefes alamıyorum. İstemediğim bir şeyi vücudumdan atmaya çalışırcasına kasılıyor ve havayı bir kez daha içime çekebilmek için tüm kaslarımı zorluyorum…


Saat 04:39

Sabahın ilk ışıklarıyla evine dönen kadın, alkole teslim ettiği elleriyle kilidi açıyor.

Ufak bir gıcırtıyı takiben kapanan kapının ardına uzun tüylü, havalı, kendisini onun içinde iken çok önemli hissettiği kürkünü asıp koridordan yalpalayarak devam ediyor.

Komodinin üzerinde, arabasının tekerleklerine işediği için ölümünü istediği köpeği almalarını talep ettiği telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı tek avucuna alıp sıkıyor ve bir şeyleri başarmış olmanın verdiği gururla gülümseyerek banyoya ilerliyor.

Alkolün yanında yediği koyun parçaları midesini rahatsız etmiş olacak ki kafasını klozete gömüp kusmaya koyuluyor…

10 Ekim 2009 Cumartesi

Çocukluk Arkadaşları


Yol kenarlarındaki yağmur mazgallarını kumbara sanıp harçlığımı atardım,
Bu yüzden en çok denizden alacaklıyım...

***

Üç yaşındaydım.

Sahil yolunda kurulmuş bir seyyar sahnede ilk dostumla tanıştım.
Sahne üzerinde, sıktığım soğuk, tahta el, dostlukların sadece türümüzle sınırlı olmadığını, bir cansızdan da bir sırdaş çıkacağını öğretti bana.

Ondandır en iyi arkadaşlarım günlüklerim ve Ebe Annem’ in hediye ettiği minik ayım oldu.

***

Oyuncaklar her çocuğun hayal dünyasının gerçek dünyadaki temsilcileri. Oyuncakları yapanlar bir zamanlar çocuk olmasalardı bunları tasarlayabilirler miydi sizce?

Şimdi bu çocukluk arkadaşlarımız bizleri kendileri için yapılan huzur evlerinde yapayalnız bekliyorlar.

Elbette oyuncak arkadaşları yanlarında.

Ama onların en iyi arkadaşları,
ellerinde can buldukları çocuklar değil mi?

Sunay Akın’ ın hayali ve gerçeği, Istanbul Oyuncak Müzesi.

***

Her akşam üstü oyuncakçı, camekanından çocuk ellerinin izlerini siler.

***

Bana iyi haber: Müze etkinlikleri kapsamında geleneksel kukla gösterileri de mevcuttur. :)

9 Ekim 2009 Cuma

Güfte-metre


Bir aristokratın ve bir proleterin nelerden tatmin olacağına dair küçük bir oyun.

*

Aradaki on farkı bulunuz.


Biraz daha uğraş güzelim, sabrım tam taşacak
Mevsimler yas tutup çöller ağlasın
Tarih bana yaptıklarını, tükenmezle yazacak
Ahımla inleyen teller ağlasın

Ölenle ölünmez derler, istisna tanımam
Madem ki sen yoksun şimdi yanımda
Çiğnediğin güller başına, siyah çelenk olacak
Leylaklar dökülüp güller ağlasın

Seninle bir gün daha mı
, yok hadi yok
Sevgilim bu yerden gittin gideli
Bana yatacak yorgan yastık
, çok ama çok
Ilgıt ılgıt eser sevdanın yeli

Elinle çizdiğin kaderine, bak iyi bak
Şu öksüz ruhumun sensin emeli
İyisinden sen seç kınalarını, münasip yerine yak
Leylaklar dökülüp güller ağlasın

8 Ekim 2009 Perşembe

Mavi İstanbul


8 Eylül 2009, 21:15
Beşiktaş Meydanı' ndan canlı yayın:

Dört üniversiteli önümden geçiyor, birisi kız. Kız uzun saçlı çocukla elele ve sadece onunla konuşuyor. Diğer iki çocuğun sohbet geliştirip durumu dengelemek gibi dertleri yok. İkisi de telefonlarına bakıyorlar. Yine ekran bağımlılığı :).

Dönerci adam, yaklaşık on dört saattir caddenin tüm tozunu yalamış son et parçasını yanmaması için özenle çeviriyor.

Karşımda randevulaştığı kişiyi bekleyen kadın telefonun ekranında bir şeyler okuyup, hararetle duman çekiyor ciğerlerine. Bir daha bakıyor, sonra daha kuvvetli çekiyor.

Önümden iki metre boyunda, yüzü rahmetli Pavarotti' yi :') andıran bir adamcağız geçti ve ilgim dağıldı.:)

...

Gördüklerimi yazmak için yüzümü ekrana gömdüğümde, çevremde hızla değişen yaşamları kaçırdığımı hissedip üzülüyorum biraz.

***

Gördüğüm insanları üç kategoriye ayırabilirim.

' Bekleyen insanlar; ki bunlar aynı zamanda "sıkılan insanlar" olarak anılabilir.

'' Gündelik aktivite halindeki insanlar; yürüyen, sohbet eden, kola ve sigara içen vesaire.

Tabi nihayetinde İstanbul şehrinde pek alışık olduğumuz,

''' Koşuşturan insanlar
(Sevgili Selen' den, doğası gereği çoğul anlam barındıran "insan" kelimesi yerine sürekli "insanlar" dediğim için özür diliyorum. ;))

Bu kentin hangi meydanına gitseniz aynı manzarayı görüp, benzer klasifikasyonları yapmanız olasıdır.

***

Her yeri farklı da koksa, rengi hep mavidir İstanbul' un. Günün uyanmasıyla gök mavisi; işe yetişirken cam göbeği mavisi; gecenin ışıklarında saks mavisi; bir ölüm haberinde buz mavisi; yeni bir nefes şehre katıldığında çivit mavisi; sevgili ile boğazı izlerken denizci mavisi ya da bazen donanma mavisi...

Ama hep mavidir bu şehir.

Mavi simli bir toz içinde yaşatır biz milyonları. İçinde soluk almaya zorlandığımız ancak parıltısından vazgeçemediğimiz..

***

İnsanlar çılgınca koşmaya başladılar, sanırım vapur geldi.
Herkes tip-3 insan oldu.

Konuyu hatırlayalım.
''' Koşuşturan insan modeli.

Lacivert sim bulutunu yararak iskeleye koşuşturmaktalar, şimdi tüm insanlar...

7 Ekim 2009 Çarşamba

"Lush" gibi kokuyorsun!


Kokoşluğun Brit versiyonu Lush.

Günde on yedi kez Cadde' de tur atsam da Ezgi olmasa asla dikkat etmeyeceğim (ara sokaklara değil girmek, kafamı bile çevirmem x:)) "sabuncu".

Mağazada dolaşırken "yoğun kokudan migrenim tetiklenecek" tedirginliğini üzerimden atamamışken, Ezgi' nin "ayyy Londra' daki Lush' a her gidişimde küçük küçük hediyeler verirler, sizde neden yok?" yorumu ile "akut güngörmüş sendromu"na girdim.

Baba-oğul-kutsal ruh... ve diğerleri.

İsa "the godmother" ile yıkansaydı eminim tanrının oğlu olduğuna inanabilirdiniz.

O ne koku, o ne haz.

Beş tanesi 1 TL' den satılan Fax sabunlar poşetlerinde sizleri beklerken, on katını yamuk yumuk küçük bir sabun "parçası"na veririm diyorsanız, pek asortik bir aktivite imiş şu sıralar Lush' ı gezmek.

Türkiye' de tanıtım yoksunluğu çeken bu anglosakson torunlarına bir reklam sloganı önerisi:

Leş gibi kokmayın! "Lush" gibi kokun...

:)

***

İstiklal mağazasının önünde duyduğum cümle:
"Adamlar lahanayı ezip sabun yapmışlar anaaa!"

***

Not: Ürünlerin hayvanlar üzerinde denenmemiş olduğunu belirtmek isterim.

Ekran Bağımlılığı


Ekran bağımlılığı insan hayatının her alanına yayılmış durumda.

Ev ve ofiste sabit konumda iken bilgisayarın ekranı, dış mekanlarda, hareketli halde iken PDA telefonun ekranı...

Ama ille de ekran.
Doksanar derece ile birbirini kesen dört sınır çizgisinin arasından fışkıran renkli ışık demeti, ekran.

Telefonla konuşurken, karşıdakine günün olayını anlatırken, iş görüşmesi yaparken, sokakta yürürken (trafik kazası kurbanı namzetleri)... ekran.

Sürekli bu sihirli dikdörtgene bakmaktan gerçek hayatın nasıl olması gerektiğini unutan insanlar, aşkı, cinselliği, kavgayı, barışmayı, ayrılığı, kavuşmayı... her şeyi bu dijital rüyada yaşıyorlar.

Necasetten taharet yaparken bile tek elinde sevgilisine mesaj çekenleri görüyoruz desem, durumun vahametini anlayabilirsiniz umarım.

***

Ben de azaltmaya çalıştığım "ekran bağımlılığı"na lanet okuyor,
kuş sesi duyunca kafamızı ekrana değil ağaca çevirmemiz gerektiğini hatırlatıyorum.

6 Ekim 2009 Salı

Ulusal Basın


Yıllar önce giriştiğimiz Kürke Hayır Platformu ile "ulusal basına nasıl sızılır, bir konu nasıl ilgi odağı haline getirilir?" gibi soruları büyük oranda kafamızda çözdük.

Bu populist çirkeflikle bir saat önce yazmaya başladığınız bir siteyi bir anda proletaryanın takip ettiği basın birimlerine anında yayabilirsiniz.

Ama ben zor olanı başarıp (tanrım gülsem mi?) elit düzen kölesi Ezgi Hanım' ın önemli (evet güliciiim) yayın organı Alternatif-İstanbul' da kendimden söz ettirmiş bulunmaktayım.

Kendisinin değerli cümlelerinden ben;


Unutkanlığı ile bizlerin takdirini ve sinirini kazanan Ozanfendi, kültür haberleri ile yoğurduğu ve birbirinden şık fotoğraflarıyla renklendirdiği kişisel portfolyosunun ve kişisel blogunun yıllık sadece 15 lira olan bedelini ödemeyi de unutunca, bütün girdiler ve görseller uçmuş ve elinde bomboş, simsiyah bir sayfa kalmış.

İstanbul derin uykudayken gerçekleşen bu elim olaydan sonra yüzümüze bakacak hali olmadığından kendine parasını ödemesi gerekmeyen bir blog açmış. İtiraf etmeliyim ki, ilk blogu vergi memuru Hüsamettin Bey'in kişisel webg günlüğü gibiydi, fazla siyah, fazla formal ve Ozanfendi'nin tüm Üsküdar tarafından bilinen paçoz tavrından son derece uzak. Blogu yanlışlıkla ziyaret edenler sayfalardaki aşırı ciddiyet dozundan dolayı üç ay kendine gelemiyordu.

Oysa biz Ozanfendi'yi yakından tanıyorduk.Yaratmaya çalıştığı ciddi İstanbul efendisi, papyonlu kültür kumkuması tavrının ardında yatan birkaç tane koca patsoyu 5 dakikada temizleme ve Üsküdar'ın tüm deli kadınlarıyla aynı anda başetme yeteneklerinin farkındaydık. Ben bizzat kendisini "olduğu gibi görünmesi" hususunda defalarca uyardım.

Uzun sözün kısası, Ozanfendi içindeki binbir alter egodan biri olan Jessica Rabbit'i serbest bıraktı ve ortaya şu ucuz blog çıktı: Chercheve. Bu blogda, kendi satırlarından apartmak gerekirse tam olarak şöyle yazılar okuyacaksınız: "Perdesi patlamış Ozan yazıları ve bazen ciddi ve bazen hüzünlü ve bazen aktüel ve bazen şarap mantarını koklarken ve sevgiliyi özlerken Selami Şahin.."

Aylardır Alternatif-İstanbul'a tek satır yazı girmese de, sokağın kültürüne verdiğimiz değer nedeniyle Ozanfendi'nin yeni "ayağa düşmüş" kültür mecrasına kendi dilimizce "hoşbuyurdun" demek istedik.

Alternatif-Istanbul.net

Ezbere Yaşam


Tolga hayvan hakları camiasında yapılabilecek en güzel işi yaptı.
Ünlü kadroyu topladı ve etkili bir film çekti.

***

Ayaküstü - ekmek arası serzeniş

Sarışın, kızıl, kumral kadınlar...

Uzun etekli, minili, pantolonlu kadınlar...

Havalı, pespaye, asortik kadınlar...

Tahsilli, kültürlü, görgüsüz kadınlar...

Topuklu giyen kadınlar...

Converse tutkunu kadınlar...

Kadınlar, kadınlar, ahhh... kadınlar...


Bazı konularda ille de kadınlar.


Kucağında, elinde ve karnında çocukla halı fırçalayan kadın imajının hakim olduğu ülkede nasıl hayvan hakları gibi aktif bir konuda bu denli kadın iş yapabiliyor anlamıyorum.


Hepsinin arasından sıyrılan "gerçek" kadınları kenara bırakırsak, gürültüden başka hiçbir şey kazandırmıyorlar bu çalışma alanında vakit harcayan kadınlar...


***

Ezberleri bozmak ancak "yerine koyma" ile yapılabilir.
Tolga (Öztorun) bunu yaptı.

Kutluyorum.

www.ezberfilm.com

Ekim' de Porno Başkadır


Filmekimi zamanı gelip kapıya çatacak, eline bozuk parayı alan hemen gişeye koşacak...

Ormandan tek elinde jilet, göğüs kıllarını keserek koşanları görmeden devam edelim.

***

Filmlerin hepsi şüphesiz güzeldir. Ancak bizim caddenin yeni travestisi için "Eskinin Süleyman' ı" muhabbeti yapılmasından azami miktarda bunalmış bir Ozan olarak tüm mahalleliyi "Gel Porno Çevirelim" e götürerek zihinsel ırzlarını lekelemeyi planlıyorum. :)

Özellikle "heteroseksüel panik" kavramını terminolojiye sokmak çok eğlenceli olacağa benziyor.

Paniğin yuvası olan Anadolu' ya biraz baharatlı kaçacağını düşündüğüm filmi ve diğerlerini iple çekiyorum.

Kayıp Blog & İsyanlarda Bir Post-Ergen


Birkaç aylık tatil döneminde ziyaret etmediğimden ve girdileriyle ilgilenmediğimden dolayı bana küsen blog' um, bu süreçte ücretini de yatırmayı unuttuğum için kapatıldı.

Dahası içinde kayıtlı ve başka yerde kopyası olmayan onlarca yazım buharlaşıp gittiler.

Şimdi para vermeden bu işi daha güzel yapabileceğimi göstereceğim size "ey şanımla şereflenen ve elinin tersiyle iten alçak hosting firması".

:)

Bu dehşet kayıp bile beni kızdırmaya yetmedi.

Neden acaba?
:P

***

Dürüst olmam gerekir ki, bu hatanın temel kaynağı benim.
Blog dolusu Istanbul Türkçesi, blog dolusu fotoğraf ve sanat haberi...

Gereksiz ciddiyet, yüklenen sinirler, kasılan beden...

Elbette yedekleme yapmayı bile unutan zevzek bir Ozan yaratıyor.

Minibüs şoförüne ineceği durağı söyleyemeyen "halk"a (!) daha fazla "formal" olamayacağım.

Perdesi patlamış Ozan yazıları ve bazen ciddi ve bazen hüzünlü ve bazen aktüel ve bazen şarap mantarını koklarken ve sevgiliyi özlerken Selami Şahin...

*

Her şey daha tatmin edici olacak... ve siz, okuma bilen proleterler (burada Ezgi Hanım kastedilmiştir :)) beni izlemeye hız verin ;)

Çünkü;

alışmak bir yaradır

çünkü ben yokken

kollarınızın sardığı koca bir boşluktur!